Bahçeli ne yapmak istiyor? İktidar boykottan neden rahatsız?

02.04.2025 medyascope.tv

2 Nisan 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bayram tatilini sürdürenler için de iyi bayramlar diyelim. Evet, Türkiye 19 Mart krizini yaşamaya devam ediyor, bayrama rağmen, tatile rağmen. Ve bugün ilginç bir gün. Bugün bir ülke çapında tüketmeme boykotu çağrısı var. Ve bu çağrıya ne derece vatandaşlar tarafından itibar edildi, onu şimdilik bir kenara bırakacak olursak, iktidar çok ciddi bir şekilde tepki gösterdi. Peş peşe açıklamalar geliyor. Cumhuriyet Başsavcılığı’nın resen soruşturma açtığı söyleniyor. RTÜK Başkanı, TRT Genel Müdürü bir sıra halinde bunun nasıl bir vatan hainliği anlamında olduğunu söylüyorlar. Bugün bunu konuşacağız konuklarımızla. Çok sayıda konuğumuz var, uzman konuklarımız. Aynı zamanda Devlet Bahçeli'nin son açıklamaları... Acaba Bahçeli ne kastediyor? Bunu özel olarak Mümtaz’er Türköne’yle konuşacağız. Olayın ekonomik boyutunu konuşacağız Öner Günçavdı’yla. Cumhuriyet Halk Partisi'nin pozisyonunu konuşacağız, Milletvekili Yunus Emre ile. Burak Bilgehan Özpek'le genel gidişatı konuşacağız. Sarphan Uzunoğlu'yla da burada özellikle medya ve sosyal medya ne durumda, bunları konuşacağız. Ama önce Bakırköy'e, arkadaşımız Göksel Göksu’ya bağlanıyoruz. Evet, Göksel, sen çıktın, dolaştın çarşı pazar diyelim. Boykot var mı, yok mu anlamak zor ama en azından senin anladığım kadarıyla iş yeri sahipleriyle, çalışanlarla da sohbet etme imkanın oldu. Nasıl bir hava görüyorsun? Var mı hakikaten boykot?
Göksel Göksu: Önce şunu söylemem lazım Ruşen, her tarafın ıssız olduğunu söyleyebilirim. Son derece sakin bir gün yaşıyor İstanbul. Bunu söylerken de sadece Bakırköy'e bakarak söylemiyorum. Biz buraya gelirken yol üzerinde bulunan Bağcılar, Esenler, Merter, bütün buraları gezerek geldik. En son durağımız da Bakırköy oldu. Genel olarak sokakta çok az sayıda insan var. Ama şöyle düşündük gezerken: Olabilir, bugün tatil, resmi tatil kapsamında herkes evinde dinlenmeyi tercih etmiş olabilir. Yol boyu geçtiğimiz güzergahlar üzerinde, başta restoranlar olmak üzere pek çok yerin boş olduğunu gözlemleyerek ilerledik. Hatta pek çok yer de açık değildi. Buna dediğim gibi, Bağcılar, Esenler de dahil. Ama ‘‘Bütün bunların boykotla bir ilgisi var mı, yok mu?’’ diye soracak olursak, elbette bakarak bunu anlamak çok da mümkün değil. Bunun üzerine Bakırköy’e geldiğimde, en azından alışveriş merkezlerinden birine girmek istedim ve girdiğimde oranın da sakin olduğunu gördüm. Önce baktığımda, çeşitli yerlerde oturanlar, çay içenler, ufak tefek bir şeyler sipariş edenler, ellerinde paketlerle Migros’tan alışveriş yapanlar olduğunu da gördüm. Fakat sonra girdiğim mağazalardan birinde şöyle bir sohbet ettiğimde dedim ki, ‘‘Biraz sakin görünüyor AVM. Öyle mi, bana mı öyle geliyor?’’ dedim. “Bugün boykot var ya” dedi sahipleri. Yani onlarla konuştuğunuz zaman anlıyorsunuz. Her zamanki yoğunluk yok, her zamanki kalabalık yok her yerde. Evet, tek tük alışveriş yapanları gördük yol boyunca ve burada AVM’nin içinde ama ağırlıklı olarak şuna da dikkat çekmekte fayda var tabii; bu boykotta alışveriş yapanların büyük kesimi beyaz yakalılardan oluşuyor. Gittiğimiz pek çok yerde, beyaz yakalıların olduğu yerlerde şunları duyuyoruz. En azından tanık olduğum bir telefon konuşmasını paylaşmak isterim. Arkadaşına işte “Neredesin?” diye telefon eden birinin “Buluşalım da bir kahve içelim” dediğini duydum ben. Sonra “Aa, yok içemiyorduk değil mi? Pardon, pardon, tamam ben geliyorum” diyerek telefonu kapatıp kahve içmekten vazgeçenlere, onların konuşmalarına tanık oluyorsunuz yollarda. Bu tabii ne kadar yaygın? Dediğim gibi beyaz yakalıların olduğu yerlerde yaygın olduğunu biliyoruz. Fakat diğer kesimlerde ne kadar yaygın diye bakmak istedim, özellikle Bağcılar’a, özellikle Esenler’e, işte Merter’in ara sokaklarına baktığımızda oraların da sakin olduğunu gördük. Fakat tabii bütün bunlar nasıl anlaşılacak? Türkiye’de günlük kredi kartıyla yapılan harcama belli. Sen de birazdan konuklarınla konuşacaksın. Nakit yapılan harcama belli. Bugün yapılan harcama kayıtları ortaya çıktığında belki o katılımın oranı da netleşmiş olacak. Ama sokaklara baktığımızda çok net şunu söyleyebilirim; tatil günü olmasına rağmen her zamankinden daha sakin, her zamanki kalabalığı göremiyoruz. Ne Özgürlük Meydanı'nda ne AVM’lerde, bakıldığı için söylüyorum, ama ne de diğer yerlerde. Çok daha sakin. Evet, tek tük alışveriş yapanların olduğunu gözlemliyorsunuz ama normalde tatil gününde buralar hıncahınç insanla dolar taşar. Bunu da biliyoruz, değil mi? Sözü sana bırakayım Ruşen.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler, Göksel. Evet, bunun öğrenilmesi ancak birtakım kredi kartı kullanımlarının vesaire açıklanmasıyla olur. Ama ülkeyi yönetenlerin böyle bir şeyi, eğer olumsuzsa kendileri açısından, yapmayacaklarını varsayabiliriz. Ama biz ekonomi konuşmaya devam edelim. Evet,  Öner Günçavdı ile konuşacağız birazdan. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Geçen Hayri Kozanoğlu’nun bir paylaşımı vardı, çok çarpıcıydı. Bir yandan, ‘‘Böyle boykot diyerek satışları arttırıyorlar’’ diye söyleyen birtakım iktidar sözcüleri, bir yandan da ‘‘Yerli ve milli sermayeye zarar veriliyor bununla’’ diyenler var. Aynı anda bu söyleniyor. İktidar kanadında çok ciddi bir rahatsızlık yarattığı belli. Zaten işin ilginç tarafı, başından itibaren biz boykotun etkili olup olmadığını iktidar sözcülerine bakarak anlıyoruz. Mesela hemen iftardan sonra kahveciye giden AK Parti milletvekilleri ya da elinde poşetle dolaşan, boykot edilen mağazanın poşetiyle ya da boykot edilen mağazadan alışveriş eden bakan. Bakalım, bugün de çarşı pazar dolaşıp kameralara konuşan ülke yöneticileri olacak mı? Evet,  Profesör Öner Günçavdı’yla konuşuyoruz. Öner merhaba. Dün Haluk’la bayağı konuştuk ama aynı şeyleri tekrar sana sormak istiyorum, çünkü iş çok ilginç bir boyuta geldi. Yani insanların boykot yapıp yapmayacaklarını, ne kadar yapacaklarını bilemiyoruz ama iktidarın sözcülerinin bundan çok öfkeli olduklarını görüyoruz. Fakat burada şöyle bir husus var. Bugün bir tanıdığım beni arayıp dedi ki, "Ya herkes bir şey söylüyor ama Mehmet Şimşek bu konuda bir şey söylemedi," dedi. Sen duydun mu Mehmet Şimşek’in boykot konusunda herhangi bir açıklamasını?
Öner Günçavdı: Ben boykot konusundaki açıklamasını duymadım. Sadece Avrupa Birliği Komisyonu'yla sanırım bir ortaklık görüşmeleri varmış, onun devam ettiğini söyledi, ama bu normal. Mehmet Bey böyle netameli işleri teyet geçiyor, çok fazla girmiyor bu tip işlere. O kadar önemi var mı, onu da bilmiyorum. Yani Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptalinden sonra, 19 Mart’tan sonra yaşanan gelişmeler hakkında da sanki onlar siyasi gelişmeler değilmiş gibi, onlar sanki uyguladığı enflasyonla mücadele programının ana tehditleri değilmiş gibi, risklerini oluşturmuyormuş gibi, onları yok sayarak kamuoyunda arzıendam ediyorlar. Ama yabancılarla yaptığı görüşmelerde herhalde bu kadar kayıtsız değildir. En azından onlara karşı bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyordur. Ancak şunu söyleyeyim Ruşen, Haluk da ben de bu programı gündeme getirdiklerinden beri, 1,5 yıldır biz bu programın işlemeyeceğini söylüyorduk. İşte tam da bu yüzden işlemeyeceğini söylüyorduk; çünkü böyle liyakatla, çok zeki insanlarla, kararlılıkla bunları uygulamak yetmiyor. Türkiye'deki her şey, her konuda, sadece ekonomide değil, her konuda bir yerlere varmak istiyorsanız, başarılı sonuç elde etmek istiyorsanız çok ciddi bir siyasi riskle karşı karşıyayız. Bu siyasi risk de yönetim modeliyle ilgili bir şey, tarzla ilgili bir şey ve o tarzı, o yetkileri kullanacak kişiyle ilgili bir şey. Bunlar olduğu sürece Türkiye'de hiçbir apartmanı bile yönetemezsiniz. Bırakın ekonomiyi, apartman yönetimi bile çok zor. Dolayısıyla Mehmet Bey'in bunları dikkate alarak aslında bu görev kendisine teklif edildiğinde kabul etmeyeceğini düşünüyorduk. Hatta hatırlarsan, Cevdet Akçay bir basın toplantısında kamuoyundan gelen eleştirilere, basından gelen eleştirilere birtakım açıklamalarda bulunmuştu. Birtakım rasyonel politikaların devam ettirileceğinden, kopan bağların tekrar inşa edileceğinden falan bahsetmişti. Ama o açıklamanın üzerinden bir yıl geçti. Aslında şu anda Türkiye ekonomisinde uygulanan politikalarda kopmuş bağların miktarı da Nebati döneminden çok farklı değil. Dolayısıyla istediğiniz kadar liyakatlı olun, böyle bir yönetimde çalışıyorsanız, sonuçta herkes bir gün Nebati olacak diyorum ben.

Ruşen Çakır: Burada dün Haluk'la da konuştuk. Mehmet Şimşek'ten söz açılmışken, boykotu şimdilik bir kenara koyalım. Bir açıklama yaptı, biliyorsun, MASAK raporu ile ilgili, "Biz bunu savcılığa ilettik" dedi. Daha önce görmüştüm, bugün bana üzeri gizli damgalı MASAK raporu geldi. İstersen sana da yollayayım. Yani çok acayip bir durum. Bütün Murat Ongun, Ekrem İmamoğlu, Mehmet Ali Çalışkan filan, birçok kişinin, o ‘‘Spectrum House’’ denen kurumun vesaire MASAK raporu bende var. Kim bilir ne kadar insanda vardır. Yani MASAK raporu denen olay gerçekten ciddi bir olay değil mi? Yani bunun bu kadar ayağa düşmesi, herkesin elinde olması… Özellikle tabii ki yandaş medya tarafından bu kullanıldı ilk başta biliyorsun. Açıkçası bir de baktığımız zaman rapora neyi nasıl anlayacaksın ki? Banka hareketlerine bakıyorsun. Yani bunlardan bazılarının altı çizilmiş, yüksek miktarda olanlar falan. Ne dersin, bu doğrudan Mehmet Şimşek'in sorumluluğunda bir şey değil mi?
Öner Günçavdı: Mehmet Şimşek Beyefendi'nin sorumluluğunda birçok kurum var. Bunlardan bir tanesi de TÜİK, biliyorsun. Ve TÜİK bu kadar önemli tartışmaların konusu olmuşken neden hala bu tartışmaları ortadan kaldırmak için bir aksiyon almıyor, bunu bilemiyorum. Muhtemelen TÜİK'in kendisine şeklen bağlı olup aslında fiiliyatta daha çok saraya bağlı olmasından kaynaklanıyor olabilir. Aynı mantıkla gidersek bu aslında elbette Sayın Şimşek’e bağlı. Ama bu bağın sadece teknik, yasal bir bağ olduğunu düşünüyorum. Her bakanda da aynı durum var. Sarayın doğrudan bu işlerin içerisine girebileceğini düşünüyorum. Çünkü biliyorsun başkanlık sisteminde bakanlar sıradan bir bürokrattan öteye gidemiyor. Ama bu veriyken, bu realiteyken Türkiye siyasi sisteminde ve yönetim modelinde, bunlar yokmuş gibi davranmak da enteresan. Bak bir şey daha söyleyeyim, o da kamuoyunun çok dikkatini çekmiyor, zaman zaman içeriği itibarıyla tartışma konusu oluyor ama; mesela saraydaki birtakım danışmanlar, herhangi bir şekilde hesap verilebilirliği olmayan atanmış insanlar. Bu insanların siyaseten sonuçları olabilecek birtakım açıklamalar yapması danışman sıfatıyla doğru değil. Yani Türkiye'de ve dünyanın herhangi bir yerinde siyasetçiler mesela anayasayla ilgili bir tartışma başlayacaksa yapar, çünkü onlar doğrudan vatandaşı muhatap alırlar, vatandaşla ilişki içinde bulunurlar. Şimdi bir kişi çıkıyor, sadece bu insan hukukçu sıfatıyla çıkıyor, bir açıklama yapıyor. Yani bu açıklamayı senin yapman ya da benim yapmamdan hiçbir farkı yok.

Ruşen Çakır: Peki ama Öner, şimdi bütün bu boykot olayının küresel emperyalizmin bir oyunu olduğunu red mi ediyorsun yani? Ama küresel emperyalizmde şöyle de bir husus var: Trump'ın mücadele ettiği küresel emperyalizm. Ben o zaman düşündüm, herhalde biz Türkiye'deki vatandaşlar Çin'in oyununa geliyoruz ya da kim? Hani ABD de değil küresel emperyalizm. Kim kalıyor geride, Çin mi kalıyor?
Öner Günçavdı: Bilmiyorum gerçekten. Ama o bahsi geçen ya da ima etmeye çalıştığın beyefendi eski komünistlerden.

Ruşen Çakır: Evet, biliyorum, iyi biliyorum.
Öner Günçavdı: Sen kabul etmiyorsun ama bu kişi muhtemelen Soğuk Savaş söylemleriyle donanmış ve ondan sonra bu 89 sonrası literatür konusunda ya da dünyadaki fikri gelişmeler konusunda bir şeyler etkilememiş, dersini çalışmamış ve aynı nakaratı devam ettiriyor. Emperyalizm, biz hani ağır ekonomide çok konuşuyoruz, çok değişti. Şekli değişti, niteliği değişti. Bakın, bugün vatandaş veya Türkiye'deki bu tartışmalarda ‘‘üretimden gelen güç’’ denilen şey kullanılmıyor. Bu tesadüfi mi acaba? O üretimden gelen güç, sanayinin temel refah kaynağı olduğu dönemlerin ideolojisidir ve söylemidir. Sanayi bir ülkedeki temel motivasyonu, değer yaratma, büyüme yaratma fonksiyonu icra ettiği zaman sizin üretimden gelen gücünüz anlam ifade eder. Ama bugün bütün dünyada sanayileşme ikinci plana düşmüş, örgütlü çalışanlar yok olmuş. Böyle bir toplumda üretimden gelen gücün sadece nostaljik birtakım anlamı olur. Türkiye'deki sendikalı işçi ne kadar ki? Gerçi onun da gücünü biz önümüzdeki sonbaharda göreceğiz. O konudaki görüşlerimi de saklı tutuyorum. Ancak şunu ifade edeyim; dünyada hizmet sektörü ile birlikte işçi sınıfı içerisinde de bir kopukluk, örgütlülükten uzaklaşma ortaya çıktı. Ama bu toplumun özellikle hizmet çekişli dünya ekonomisi, Türkiye de buna dahil olmak üzere, burada üretimden ziyade tüketim ön plana çıkıyor ve bugünün çağına uygun olan bir protesto şeklidir. Yani bundan 30 yıl önce, 40 yıl önce ‘‘üretimden gelen gücümüz’’ lafının yerine ‘‘tüketimden gelen güç’’ ikame edilmiştir. Dolayısıyla bu birazcık kervan yolda düzülür misali el yordamıyla ortaya konulan bir protesto şeklidir. Bana göre çok başarılıdır. Bir husus daha var, izin verirsen onu da söyleyeyim. Bu protestoların iktidar üzerinde çok etkili olmasının bir sebebi de sessizliği tercih eden, herhangi bir gösteriye katılmayan, fikir beyan etmeyen birtakım insanlar var biliyorsun. İktidarlar da genellikle baskılarını yasal ve şiddet baskısı, şiddet kullanma tekelini sokağa çıkan, söz söyleyenler üzerinde aktif olarak kullanıyor. Bu da işte Soğuk Savaş sonrasındaki iktidar ya da yönetme taktiği. Ancak bu, sessiz çoğunluğun bu tip bir protestosu, pasif protestosu üzerinde etkili olmuyor. Dün akşam savcılıklar, bakanlıklar birtakım gayretler içerisine girdiler, korkutma gayretleri içerisine girdiler ama nafile. Biber gazı işlemez bu insanlara. AVM'ye gitmeyene biber gazı mı sıkacaksın, copla dövecek misin, taciz mi edeceksin, gözaltına mı alacaksın? Dolayısıyla bu pasif davranışı seçen, gönlü itibarıyla destekleyen ama eylemde bulunmayan orta sınıf beyaz yakalı birçok Türk vatandaşını da olayların içerisine çekmiş, tepkilerini görünür hale getirmesine vesile çıkmıştır. Sadece Saraçhane’deki vatandaşlar değil, oradaki gençler değil; aynı zamanda sessizce bu olup bitenleri seyredenleri de daha görünür hale getirmiştir. İşte asıl tehlike iktidar için budur.
Ruşen Çakır: Evet, bu söylediğin çok önemli Öner. Peki, yine de ama bunun ekonomiye bir etkisi herhalde bir şekilde olacaktır, 
Ruşen Çakır: yani bir günlük boykot ya da bazı markalara sürekli boykot. Ve iktidarın söylemini de biliyorsun, ‘‘yerli ve milli sermayeye yönelik saldırılar’’ olarak tanımlıyor. Gerçekten bunlar siyasi etkisi dışında ekonomik etkisi de olan şeyler mi?
Öner Günçavdı: Ekonomik etkisi mutlaka olacaktır. Yani en azından insanların psikolojisine etkisi olacaktır. Ancak ekonomik etkiden bu kadar endişe eden bir anlayış, bir siyasi anlayış, 19 Mart'ta yapmaya başladığı hamlelerin bir sonraki adımlarını düşünmek zorundaydı, bunları düşünmedi. Bunun sebebi de AKP'nin daha çok stratejik bir akla hiçbir zaman sahip olmaması, sadece taktiksel kısa erimli eylemler içerisinde olmasıdır. Şimdi Türkiye ekonomisine bu yapılanların, yani boykot öncesi iktidarın önderliğinde yapılanların maliyeti, işte rezervler, giden paralar itibarıyla 30 milyar dolar deniyor, ama bunun doğrudan etkisi, dolaylı etkinliğiyle 60 milyar dolar lafları dönüyor şu anda yapılan hesaplarda. Bunun etkisini göreceğiz. Şimdi boykotların bu denli büyük bir etkisinin olacağını ben şahsen düşünmüyorum. Zaten bu aynı zamanda Mehmet Bey'in de istediği bir sonuçtu. Mehmet Bey yıllardan beri insanların gelirlerini baskılayarak, ücretleri yeterli düzeylerde arttırmayarak, vatandaşın satın alma gücünü düşük tutarak ne yapmak istiyordu; tüketimi, tüketim harcamalarını düşük tutmak istiyordu. Bunun sebebi, bu yolla da enflasyon belki düşer deniyordu. Yani ekonomiyi durgunluğa götürmek, ekonomideki durgunluk üzerinden, talep eksikliği üzerinden enflasyonla mücadele etmek istiyordu. İşte bulunmaz bir fırsat Mehmet Bey için; kendisinin yapamadığı şeyi muhalefetin yardımıyla yapmış oldu. Dolayısıyla buradan enflasyon açısından da olumlu bir sonuç çıkması gerekir diye düşünüyorum. Bunu mütalaa ederek söyledim tabii.

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Ben birkaç gündür bu konuyu ele aldım ve her seferinde boykot üzerine yaptığım yayınların çok fazla ilgi gördüğünü görüyorum. Bu da boykota olan ilgiyi gösteriyor bence. Bugün yaptığım yayında, bu en son Abdülkadir Özkan olayını ele aldım, izledin mi bilmiyorum? Bu hani konserler düzenleyen şahıs. Şimdi orada şöyle bir şey var, NTV olayı da böyle aslında, bu olay da böyle. Şimdi normalde bir girişimcinin velinimeti müşteridir, değil mi? Yani müşteri velinimetimizdir. Ama Türkiye'de birçok girişimcinin velinimeti siyasi iktidar. Yani siyasi iktidar onun önünü açıyor, işini kolaylaştırıyor. En azından zorluk çıkartmıyor. Vergisini affediyor, işte ihale veriyor, vesaire yapıyor. Tamam, ama bunların bazıları iktidardan güç alıp, ama iktidar karşıtı olduklarını varsaydığımız, hepsi değilse bile, kitlelere ürün ya da servis, hizmet satıyor. Şimdi bu olayda mesela bakıyoruz, bu kişi İslami çevrelerden gelmiş, Bilgi Üniversitesi'nde iletişim okumuş, devlette danışmanlık yapmış, en son başbakan danışmanlığından böyle bir şirkete geçmiş. Şimdi büyük bir patlama yapmış, tamam tebrik ediyoruz. Ama nasıl yapıyor bu patlamayı; büyük ihtimalle önü açılıyor. Ama konser biletlerinin büyük bir kısmını kime satıyor? Şimdi burada iki velinimet arasında sıkışan çok kişi var diye düşünüyorum. Yani iktidara bağlılığını mı göstersin, yoksa müşterinin kaygılarını mı gözetsin, anlatabildim mi?
Öner Günçavdı: Anladım.

Ruşen Çakır: Sen daha iyi biliyorsun bu piyasayı. Gözünün önüne birtakım şirketler geliyordur eminim. Şimdi bunlar böyle kritik anlarda gerçekten çok ciddi bir şekilde bocalıyorlar. Tabii bir de olayın şöyle bir boyutu var: ‘‘Eğer bu iktidar değişirse yerine gelecek olanlar bize nasıl davranır?’’ diye de başka bir endişe var.
Öner Günçavdı: Doğru. Bu dediğin aslında Türkiye'de 20 yıldır, belki daha fazla bir dönemdir izlenen iş pratiği. Hatta ben daha da öteye gideyim, Türkiye'de özel sektör çekişli kalkınma, sanayileşme, büyüme, piyasalaşma, ne dersen de adına, mücadelesinin başladığı 1950'lerden beri böyle. Ayşe hocamızın, Ayşe Buğra'nın ‘‘Devlet ve İş Adamları’’ kitabını bilirsin, çok önemli tespitleri vardır. Türkiye'deki sermaye birikiminin en önemli kaynağı devlettir. Devleti yanına aldığınız zaman büyük olun, küçük olun sonuçta sermaye birikimini sağlarsınız. Devletin olmadığı alanlara ise girmekte zorlanırsınız. O yüzdendir ki Türkiye'de bizim itibarlı kabul ettiğimiz o büyük, anlı şanlı Türk firmalarının dünyada esamesi okunmaz. Dünyaya gittikleri zaman da sadece süpermarketçilik yaparlar. Onun ötesine gitmezler. Yani tişört basarlar, işte plastik leğen basarlar, onları dünyaya satarlar. Teknolojik olarak bir varlıkları yoktur. Neden? Çünkü dünyada bu dünya rekabetinde yanında olacak bir devleti bulamazlar. Bizim devletin de zaten vizyonu öyle değildir, amacı da öyle değildir. Ama yurt içi pazarda, yurt içi pazar, bunu özellikle üzerine basarak söylüyorum; yani onların tabiriyle yerli ve milli dedikleri pazarda yerli ve milli, devlet destekli yerli ve milli sermaye birikimi modeli uygularlar. Şimdi bugüne kadar bu 50'lerden bu yana hiçbir zaman tüketim, tüketici, mal ve hizmet satın alanlar bu iş pratiğine tehdit oluşturmadı. İlk defa böyle bir şey oluyor. Bakın, bu önemli bir şeydir. Dolayısıyla burada sermayenin önünde bir tercih var. Artık bu devletle olan ilişkilerini daha düzgün bir noktaya, daha tarafsız bir noktaya koyacaklar. Burada rant arayışı içerisine girmeyecekler. Ya da gireceklerse de bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla burada bir dengeleyici güç ortaya çıktı. Bunun için daha erken, bu söylediğim o dengenin, yani piyasanın hakim olduğu, piyasanın piyasa içerisinde oyunları oynayabileceği bir düzenin mutlaka kurulması gerekiyor. Bu yönde atılmış ilk adım olarak görüyorum ben bunu. Sonuçta devletten kredi alırsınız ama onlar size can suyu verir. O kredilerin bir birikim modeline dönebilmesi için pazara ihtiyacınız var. Devlet, özellikle de AK Parti'nin merkezi kontrolleri, yani piyasayı kontrol etmeleri zaten başlı başına bu sektörleri boğan bir şey. Yalnız şunu da ifade edeyim lütfen. Bunu yorumlarda ihmal etmeyelim. Bu protestalar sadece basit bir Ekrem İmamoğlu ile dayanışma mücadelesi değil. Türkiye'de uygulanan yanlış politikaların etkisiyle bilinçli ya da bilinçsiz ciddi bir servet transformasyonu geçiriyor. Dolayısıyla beni fakirleştirerek kendi tercih ettikleri sınıfları yaratıyorlar. Zengin sınıfını yaratıyorlar. Sermaye sınıfını yaratıyorlar. Vatandaş aslında bu rahatsızlıkların bir göstergesi olarak da müdahale ediyor. Buradaki eşitsizliklere, devlet eliyle yaratılan bu sermaye gruplarının aslında Türkiye ekonomisinin önünde de ciddi bir engel olduğunu düşünüyorlar. Bak, yarın benim bir yazım yayınlanacak bir yerde. Türk sanayisinde seramik sektörü Avrupa Birliği’nden anti-dumping soruşturmalarına maruz kaldı ve ceza yedi. Şimdi de döküm sektörü aynı tehdit ile karşı karşıya. Tehditin sebebi, siyasetle yakın ilişkileri olan birkaç tane şirketin Türkiye'de siyasi yakınlıklarla aldıkları ihalelerden elde ettiği kârlara, kazançlara dayanarak Avrupa'ya maliyetin altında mal satmaya çalışmaları Avrupa Birliği Komisyonu'nun dikkatini çekiyor ve bütün sektöre ve Türkiye döküm sektörüne bir dava açıyor. Ben işimi doğru yapan, 70 yıllık, 80 yıllık bir firma olsam bile bu yeni yetme, her şeyi kayıt dışı, merdiven altı, doğru düzgün vergi ödeyemeyen ve aynı zamanda siyaseti, siyasi yakınlığı bir iş pratiği olarak kullanan şirketlerin yaptığı hatalar yüzünden ben mağdur oluyorum. Ben maliyete maruz kalıyorum. İşte AK Parti, bu kayıt dışılığı, — bunun gibi çok şirket var Ruşen, siyasi yakınlıklarını ve ihaleleri, biliyorsun zaten bunları ama, sanayide de bunlar var — bu firmaların palazlanmasını ve büyümesini sağlayarak aslında sermaye kesimi içerisinde de yeniden bir pozisyon tanımlamaya çalışıyor. Aslına bakarsan, bunlara dur demenin bana göre naif bir başlangıcı bu protestolar.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Öner, çok önemli şeyler söyledin. Sağ olasın. Birazdan Burak Bilgehan Özpek'e bağlanacağız ama önce bir son dakika gelişmesi var, onu görelim. TRT'nin Tabii kanalındaki ‘‘Teşkilat’’ dizisinde oynayan Aybüke, soyadını ben boomer olduğum için bunları bilmiyorum tabii, bakayım, Aybüke Pusat, adını yazmamış TRT Genel Müdürü. Aybüke Pusat boykotu desteklemişti. ‘‘Teşkilat’’ dizisinin oyuncusu Aybüke Pusat işten atılmış. Yani artık dizide oynamıyor. Ne diyor: ‘‘TRT'nin kurumsal ilkeleriyle asla bağdaşmamaktadır. ‘Teşkilat’ dizisi izleyicilerini de hayal kırıklığına uğratan paylaşımlar nedeniyle söz konusu kişi diziden çıkarılmıştır.’’ Yani, garip bir olay diyelim. İzleyicilerinde, ‘‘Teşkilat’’ dizisi izleyicilerinde… TRT1'de yayınlanıyormuş. Tabii de değil TRT1'de. Bildiğim kadarıyla, izlemedim ama, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı anlatan bir dizi, devleti anlatan bir dizi ve o anlamda da bayağı rahatsız olmuşlar. Onu anlıyoruz. Ne yapalım, herhalde Aybüke Pusat da bu paylaşımları yaparken bu tür şeylere maruz kalacağını hesaplamış olsa gerek. Yani kimi takdir edeceğinizi, sizin takdirlerinize bırakıyorum diyorum ve Burak Bilgehan Özpek'le devam ediyoruz. Burak merhaba.
Burak Bilgehan Özpek: Merhaba Ruşen abi.

Ruşen Çakır: Profesör olduğunu tekrar söyleyelim de şey olmasın, diğerlerine profesör diyoruz, seni atlamayalım. Ne diyorsun, dizi oyuncusunu diziden attılar, boykota destek verdiği için.
Burak Bilgehan Özpek: Şimdi burada bir şey var Ruşen abi. Birkaç gündür izliyorum. Mesela muhalefet tarafında da çok gereksiz bir yükselme var, özellikle ünlülere karşı. Niçin tepki vermediklerini sorguluyorlar. Şimdi tabii muhalefetin elinde kamu gücü olmadığı için bu tepkiler sivil bir alanda kalıyor. Hükümet yanlılarının da anlamadıkları şey, kendilerinin tepkileri devlet gücü ellerinde olduğu için çok hızlı bir şekilde bir cezai müeyyideye dönüşüyor. Yani muhalefet birisini boykot ettiği zaman en fazla tweet atıyor. Bu özgürlükçü bir tavır mı? Bence değil, açık konuşmak gerekirse. Yani benim bir komedyenden beklentim, beni güldürmesi açıkçası. Onun dışında bir beklentim yok. Bir komedyen mesela bir siyaset bilimi hocası değil, bir köşe yazarı değil, siyasetçi değil. Dolayısıyla bir komedyenden daha fazla bir beklentim yok benim. Ama neticede insanlar bir şeyler talep ediyorlar. Olmayınca da boykot ediyorlar, linç ediyorlar, eleştiriyorlar falan. Şimdi bunu da tasvip etmiyorum. Fakat hükümetin yaptığı şey, eğer birisinden hoşlanmıyor ise, eğer bir görüşü tasvip etmiyor ise, hükümetin verdiği reaksiyon sivil bir alanın ötesine geçiyor. Yani biz bunu geçmişte de gördük. Mesela Pegasus çalışanı bir arkadaşımız vardı, işte Kadir gecesinde rakı içtiği için ve bu fotoğrafı paylaştığı için adam işten çıkartıldı, Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Yani bunun bir sürü örneği var. Hatta geçtiğimiz günlerde de çok benzer bir hadise oldu. Ramazan tebriğinden dolayı, zannediyorum Vestel CEO'su işten çıkartıldı. Yani hükümetin bu tip tavırları, yani hoşlanmadığı, benimsemediği kişilere yönelik tavırları çok daha ezici ve yakıcı oluyor. Buna karşılık muhalefetin de işte bu boykot çağrıları falan çok özgürlükçü mü, çok bireyci mi, bireylerin tercihlerine saygı duyuyor mu? Hayır. Fakat arada bir fark var. Yani iktidar yanlıları saygı duymadığı zaman gerçekten insanlar içeri girebiliyor, işlerinden olabiliyor, ülkeyi terk edebiliyorlar. Muhalefet tarafı saygı duymadığı zaman, eleştirdiği zaman, kitle haline geldiği zaman, ki ben bunu tehlikeli bulurum. Biliyorsunuz, ben bir liberalim. Yani çok kitlesellikten, kolektif hareketlerden falan pek hoşlanmam. Çünkü kitle içerisinde insan kendi kişisel özelliklerini kaybeder, kişisel karakterini kaybeder ve daha coşkulu, daha kitlenin karakterine bürünen bir hal alır. Kitle içerisinde yaptığımız hareketlerin çoğunu yalnızken yapmayız. Dolayısıyla o coşkunluk hali bizi başka insanların duygularını, tercihlerini önemsememeye iter. Onların bireysel durumlarını önemsememeye iter. Onları şeytanlaştırırız, hızlı bir şekilde av haline de getirebiliriz. Fakat arada böyle bir fark var. İşte TRT dizi oyuncusu bence dizide iyi rol yapmaktan başka hiçbir yükümlülük sahibi değildir. Yani TRT dizisinde oynayan bir oyuncunun mesai saati bittikten sonra neyi düşündüğü, neyi giydiği, kiminle beraber olduğu, ne yazdığı, işvereniyle arasındaki sözleşmenin bence konusu olamaz. Benim de bir komedyenle olan ilişkim, stand-up gösterisine gidip izlemek, gülmek veya gülmemektir. Yani bunun dışında bir beklentim olamaz. Şimdi Türkiye'de hayatın birçok alanı siyasallaştığı için artık insanların yaptıkları işlerin dışındaki zamanlardaki eğilimlerini hepimiz tartmak zorunda kalıyoruz. Bu çok tehlikeli bir şey aslında, çok çok tehlikeli bir şey. Ve bunu hükümet başlattı. Yani baktığınız zaman çok uzunca bir süredir işte devlette işe giren birisi Twitter hesabını kapatıyor, Facebook hesabını kapatıyor. Sanatçılar artık böyle kendi görüşlerini falan söylemekten imtina ediyorlar. TRT'den ve hükümet yanlısı kanallardan iş alabilmek için kendi kişisel özelliklerinizi törpülemek zorundasınız, karakterinizden ödün vermek zorundasınız. Bu zamanla bütün Türkiye'ye yayıldı. Artık kutuplaşmanın bence zirve noktalarında geziniyoruz. Ama dediğim gibi, yani hükümetin cancel etme, iptal etme tarzı çok daha ağır oluyor. İnsanlar hapse giriyorlar, işlerinden oluyorlar. Ama şunu da söylemek zorundayım. Yani muhalefet de bu konuda, muhalefet seçmeni de bu konuda çok iyi bir sınav vermiyor bence.

Ruşen Çakır: Burada şunu sorabilir miyim? Şimdi şöyle bir şey var. Bir boykot var, baştan Özgür Özel'in dile getirdiği, sonra birtakım sivil, öğrenciler, şunlar bunlar, değişik yerler birtakım çağrılar yaptılar vesaire. Şimdi bunların nasıl etkili olduğunu ölçmek çok kolay değil aslında. Yani rakamlar büyük ölçüde devletin elinde. Yani bugün mesela bir boykot var, kredi kartı kullanımının ne kadar düştüğünü biz sivil vatandaşlar olarak, devlet izin vermezse öğrenebiliyor muyuz, açıkçası çok emin değilim. Ama şundan eminim ki, devletin verdiği tepkiden boykotun cirolara olmasa bile siyasete çok etkisi olduğunu anlıyorum ve iktidarı çok rahatsız ediyor. Sence niye bu kadar rahatsız oluyor? Yani belki şöyle de denebilir hatta; iktidar bunu muhatap almasa, konuşmasa, zaten kendi medyası bunu koymuyor, göstermiyor, konuşmasa belki bu kadar etkili olmaz ve karşı tarafı da bu kadar bilemez. Ama ilk andan itibaren biliyorsun, sürekli bakanlar, milletvekilleri, Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, RTÜK vesaire sürekli boykot konusunda tavır alıyorlar. Neden bu kadar rahatsız oldular? Ben açıkçası bu kadarının fazla olduğunu düşünüyorum. Yani böyle bir şey bilerek yaptıklarını da sanmıyorum. Reaksiyon olduğunu düşünüyorum. İktidarın canını bir yerden çok yakıyor. Sence neresi?
Burak Bilgehan Özpek: Ruşen abi, ben de çok anlam veremiyorum ve hakikaten yani günümüz siyasetinin ve siyasetçisinin bütün evreni sosyal medya olmuş durumda ve sosyal medyadaki o kurgusal, aslında toplumun genelini temsil etmeyen tepkilere karşı doğru reaksiyon vermeyi siyaset zanneden bir anlayış var. Şimdi ben mesela boykotların çok başarılı olacağını düşünmüyordum, ta ki iktidarın resmî olarak bu işin içerisine girmesine kadar. Dün dahi, yani Cem Küçük çıkıp bu oyuncu arkadaşların gözaltına alınacağını söyleyene kadar ve İstanbul Başsavcılığı resen soruşturma başlatana kadar öyle büyük bir kenetlenme yoktu. Fakat devlet bu işin içerisine girdiği zaman, yani boykotu kriminalleştirdiği zaman artık mesele boykot olmaktan çıkıyor, mesele anayasal haklar meselesine giriyor ve siyasallaşıyor. Bunu hükümet niçin siyasallaştırmaya çalışıyor, gerçekten bilmiyorum. Çünkü etkisiz olabilecek, kaybolacak, birkaç hafta içinde unutulabilecek bir boykotu çok ciddi anlamda bir siyasi direniş meselesine çevirdiler. Yani eğer muratları boykotu kırmak idiyse, boykotu kıramadılar, daha da güçlendirdiler. Sonuç olarak böyle bir durum var. Fakat hükümetin iletişim kanalları çok güçlü, biliyorsunuz. Olguları birbiriyle alakasız olsa da birbiriyle ilişkilendirme yetenekleri çok güçlü. Yani biz önümüzdeki günlerde Türkiye'nin ekonomik sorunlarını boykota bağlayan, işte boykotçuların Türkiye'nin ekonomisini tehdit ettiğini söyleyen çok büyük yayınlar göreceğiz. Adalet ve Kalkınma Partisi genel olarak esnaflardan ciddi destek alan bir parti. Esnafların Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde çok kazandığını söyleyebiliriz, yine o sınıfa dayanabilir. Yani o sınıfla yeniden iş birliği yapabilir ve boykotçuları onların gözünde kriminalleştirebilir. Belki bu kadar yüksek perdeden esnaf yanlısı, piyasa yanlısı çıkış yapmasının sebebi, ciddi anlamda muhalifleri onların gözünde bir anlamda hedef haline getirmek ve kendi tutumlarını tahkim etmek olabilir. Fakat şunu söyleyebilirim; amaçları boykotu kırmak idiyse yaptıkları acemi hareketlerle bence boykotu güçlendirdiler. Yani insanlar boykot yapıldığını unutabilirlerdi, birkaç hafta içerisinde bu heyecanlarını kayıp da edebilirlerdi. Ama bugün herkes aktif boykotçu. Yani pasif boykotçu da değil. Mesela ben pasif boykotçuyum. Boykot ederim ama boykot edilmesi gerektiğini aktif olarak yaymam. Bunu insanların kendi tercihine bırakırım. Fakat hükümetin müdahalesinden sonra insanlar aktif boykotçuya döndüler. Yani boykotun reklamını yapan, boykotu tabiri caizse cool bir hareket olarak tanımlayan bir eğilim ortaya çıktı. Hükümet muradına ulaşamadı bence. Ama belki de muradı farklı, onu da bilmiyoruz.

Ruşen Çakır: Peki, gidişatı, krizi nasıl görüyorsun? Şimdi herkes açıkçası Erdoğan'ın bundan sonraki hamlelerini merak ediyor. Çok basitçe, ‘‘Gaza mı basacak, frene mi basacak?’’ diye bir tartışma var. Aslında biliyorsun, ilk anda gerek Büyükşehir Belediyesi'ne gerekse CHP'ye kayyum atanacağı söylenmişti. Bayağı bir bunu önceden duyuran isimler oldu, biliyorsun ama bunlar olmadı ve bunlardan son anda caydığı yolunda çok ciddi haberler çıktı. Şimdi bundan sonra ne yapacak Erdoğan? Yine bir hamle mi? Dedi ya, "Başka turplar var" vesaire. Yani şiddeti arttırır mı, yoksa sakinlik için mi çalışır?
Burak Bilgehan Özpek: Aslında bu ay In Depth Raporu’nda bunları yazdım ben. Belki o programda daha geniş konuşuruz ama şimdilik şöyle bir şey söyleyeyim Ruşen abi; benim görebildiğim çok ciddi anlamda bir paradigma değişikliği olmak üzere Türk siyasetinde. Biz Altılı Masa döneminde güçlü siyasi partiler görüyorduk ve genel başkanlar çok güçlüydü. Cumhurbaşkanı adayının kim olacağına genel başkanlar karar veriyordu ve partilerin genel merkez bürokrasileri hakikaten duruma hakimdi. Bunun iyi tarafı şu: Erdoğan cumhurbaşkanlığı yarışında kiminle muhatap olacağının hesabını Kemal Kılıçdaroğlu ve işte Meral Akşener'e sorabilirdi. Yani muhatapları siyasi parti genel başkanlarıydı. Hatta doğrudan Kemal Kılıçdaroğlu'ydu. Onu söylemek lazım. Bunun iyi tarafı şuydu: Belediye başkanları korunabiliyordu. Yani parti genel başkanları belediye başkanlarını – ki o zaman da popülerdi hem Ekrem İmamoğlu hem Mansur Yavaş – belediye başkanlarını hükümetin gadrinden koruyup kendilerini bir zırh olarak konumlandırabiliyorlardı. Kötü tarafı da şuydu: Genel başkanlar çok kötü kararlar alıyorlardı. Yani yanlış aday, yanlış kampanya söylemi, yanlış ideolojik tutum… Bunların hepsi aslında Mansur Yavaş ya da Ekrem İmamoğlu kadar oy alamamanın sebepleriydi. Hele ki seçimlerin kazanılacağı düşüncesi ciddi anlamda muhalefete pompalandığı anda, yani rejimin kırılgan olduğu zannı hakim olduktan sonra, muhalefet partisi genel başkanları seçimin kazanılması doğrultusunda değil de seçimden sonraki ganimetlerin bölüştürülmesi doğrultusunda kararlar alıyorlardı. Bu da seçim pragmatizmini öldüren bir şeydi. Biz daha sonra bunu değiştirdik dikkat ederseniz. Siyasi parti sistemi Türkiye'de çok zayıfladı. Yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin oylarının artmasına bakmayın. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı, Kemal Kılıçdaroğlu'ndan daha çok oy almasına rağmen Kemal Kılıçdaroğlu kadar muhalefet sistemi üzerinde etkili ve söz sahibi bir karakter olmaktan çıktı. Bunun yerine biz muhalefeti iki tane belediye başkanı üzerine kurduk. İki tane belediye başkanının üzerine kurmanın iyi tarafı şu: Cumhuriyet Halk Partisi'nin veyahut İYİ Parti'nin ya da genel itibarıyla muhalefet partilerinin tamamından daha fazla oy alabilecek kişilikler bunlar. Çünkü parti angajmanları aslında çok kuvvetli değil. Yani Mansur Yavaş bugün tipik bir CHP'li değil, Ekrem İmamoğlu da tipik bir CHP'li değil. Dolayısıyla toplumun farklı kesimlerinden de oy alma potansiyeline sahip. Bu iyi tarafı. Kötü tarafı da şu: Onları Erdoğan'ın gadrinden ya da hükümetin hedefinde olmaktan koruyan bir ara mekanizma kalmadı. Şimdi Ekrem Bey'in tutuklanmasıyla bence Mansur Bey'in de biraz ihtiyatlı davranıp geri plana çekilmesi aslında yepyeni bir oyunun kurulmasını beraberinde getiriyor. Geçen hafta ben Erdoğan'ın grup konuşmasını dinledim Ruşen abi. Siz de dinlemişsinizdir. Bu normalleşme sürecini Özgür Özel'in genel başkanlığını test etmek için başlattığını ima ediyor Erdoğan. Bilmiyorum fark ettiniz mi?
Ruşen Çakır: Evet, burada ama şöyle bir şey var: Şimdi 19 Mart'tan önceki Özgür Özel ile şimdiki Özgür Özel arasında bayağı bir fark var, değil mi?
Burak Bilgehan Özpek: Bayağı bir fark var. Evet, evet, bayağı bir fark var.
Ruşen Çakır: Ve ben, Erdoğan'ın en büyük hesap hatalarından birisi de o diye düşünüyorum. Baştan beri öyle söylüyorum. Yani şöyle bakarsak, böyle bir hamlenin ardından İmamoğlu içeri girmiş, onun çok önemli kurmayları içeri girmiş, CHP zaten karışık, böyle bir durumda CHP kapanın elinde kalacak bir parti olabilirdi. Ama o ilk günden İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yürümeye başlamasıyla beraber işin rengi değişti ve Özgür Özel bayağı bir olayı toparladı. Bu da son soru olsun. Yani CHP, iktidar ortaklarının, CHP ve CHP'de Özgür Özel başta olmak üzere ve kurmayları bayağı onların hesaplarını boşa çıkartmış gibi geliyor bana. Ne dersin?
Burak Bilgehan Özpek: Boşa da çıkartmış olabilir. Tam olarak Türkiye'nin bir sonraki döneminde yeni anayasa süreciyle yapmaya hazırlandığı değişikliğe adapte de olmaya hazırlanıyor olabilir. Şimdi ben dün Mümtaz’er Türköne'nin yazısını okudum. Ve bir süredir de şöyle bir şey düşünüyorum: Üniversite öğrencilerinin protestosuna saygı duymakla beraber, hükümetin üstlendiği asıl maliyetin ekonomik maliyetler olduğunu ve belediyeye kayyum atanmasının veyahut CHP kongresinin iptal edilmesinin önündeki en büyük engelin yükselen CDS primleri olduğunu, faiz oranları olduğunu, çöken İstanbul Menkul Kıymetler Borsası olduğunu ya da azalan rezervler olduğunu düşünüyorum. Yani öğrenciler yürümeden önce biz 27 milyar dolarlık bir rezerv yaktık Ruşen abi. Bu, Mehmet Şimşek'in uyguladığı ekonomik programının tam meyvelerini vermeye başlayacağı zaman inkıtaya uğraması anlamına geliyor. Yani baktığınız zaman asıl maliyetler bunlar. Ve böyle olunca da mesela ben hemen şunu düşündüm: Eğer Erdoğan bu kadar para harcayacak idiyse, yerel seçimlerde harcayıp yerel seçimleri kazanabilirdi. Dolayısıyla bu hareket, yani İmamoğlu'na yönelik hareket, öyle çok fazla da bir sonraki dönem sandığı düşünen, cumhurbaşkanlığını sandıkta oylatmayı planlayan bir politikacının hareketi değil bana sorarsınız. O halde eğer bir sonraki dönemde biz cumhurbaşkanını sandıkta seçmeyeceksek, nasıl seçeceğiz? Meşru tek bir seçim yöntemi kalıyor; parlamentoda cumhurbaşkanının seçilmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu da önümüzdeki süreçte kaçınılmaz olarak Erdoğan'ın kendisini parlamentoya seçtirdiği 5 veyahut 7 yıllık bir süreç olabilir ve yarı başkanlık sistemi gibi partileri daha kuvvetlendirdiği, kendisini de siyasetin üzerinde konumlandırdığı bir sisteme geçişin habercisi olabilir. Böylece hem siyasi partiler güçlü olur hem Türkiye'de işte bu kutuplaşma atmosferi siyasi partilerin güçlenmesiyle birlikte — sadece çünkü CHP ve AKP güçlenmeyecek, yani diğer partiler de güçlenecek parlamenter sistemde — kutuplaşma süreci biraz gevşer. Erdoğan kendisini bir sistemin üzerinde vesayet unsuru gibi garantiye alır ve Türkiye bu şekilde devam eder. Yani Erdoğan'ın bu kadar iktisadi maliyet üstlenerek İmamoğlu'nu tutuklatması ve bir sonraki dönemde mevcut ekonomik koşullar içerisinde yeniden seçilmesi biraz zor gözüküyor. Yani en azından halk tarafından seçilen bir sistem içerisinde zor gözüküyor. O yüzden Meclis’te elitler arası bir müzakereyle görev süresini uzatıp siyasi parti sistemini de güçlendirerek devam edebilir. Yani bu, Türkiye'nin hayrına bir senaryo olabilir. Şimdiki durumdan daha iyi bir duruma işaret edebilir. Çünkü bunun alternatifini ben düşünmek istemiyorum. Bunun alternatifi artık genel itibarıyla hiçbir makamın seçimle değişmeyeceği bir Türkiye. Yani dün Cem Küçük'ün söylediği mesele: Eğer biz herhangi bir şekilde seçim yapmayacaksak, seçimlerimiz hiçbir şey değiştiremeyecekse, seçim anlamsızlaşacaksa o zaman başka bir şeyden bahsetmemiz lazım. Bunu da dürüstçe söylememiz lazım. Artık parlamento da olmayacak, başkanı da seçmeyeceksiniz, biz burada yönetime el koyduk, diyecekler. Bu başka bir hikaye. Ama eğer demokratik bir sistem karakterini sürdürerek ilerleyeceksek ve mevcut aktörler kendilerini güvenceye alarak ilerlemek istiyorsa, size söylediğim bu Meclis’te cumhurbaşkanının seçilmesi ve yarı başkanlık benzeri bir sistem daha muhtemel bir senaryo gibi gözüküyor bana.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Burak, yayınımıza katıldığın için. Çok sağ ol. Evet, Profesör Burak Bilgehan Özpek’in Türkiye'nin önündeki seçenekleri özellikle son soruda anlatması çok önemliydi. Orada söylediği parlamenter sistemin tekrar güçlendirilmesi seçeneği gerçekten ilginç bir perspektif. Şimdi Sarphan’a bağlanacağız. Ama öncesinde bir şey söyleyeyim, TRT'nin yaptığı bir açıklama; Aybüke Pusat biliyorsunuz ‘‘Teşkilat’’ dizisinden atıldı, benzer hareketler yapanlara da aynı şeylerin yapılacağı söylendi ve diğerlerine de ‘‘Herkes susup otursun, ses çıkartmasın’’ denmiş oldu. Evet, İzmir Ekonomi Üniversitesi'nden Doktor Sarphan Uzunoğlu. Sarphan, uzun zaman oldu seninle yayın yapmayalı ve şansına, hemen şeyi söyleyeceğim sana, sen görmüşsündür illaki ama yayına geçtik ve haber şu: ‘‘META'dan açıklama: Facebook'un bağlı olduğu sosyal medya şirketi META, Türkiye'de yüklü miktarda para cezasına çarptırıldığını duyurdu. Cezanın nedeni, İmamoğlu protestolarıyla bağlantılı hesapların engellenmesi yönünde hükümetten gelen talebin yerine getirilmemesi.’’ Biliyordun herhalde.
Sarphan Uzunoğlu: Gerçekten yeni duydum. Ben de garip bir dönemin hem başında hem şeyindeyiz, yani bu bayram arası vesaire derken. Şunu söyleyebilirim, bu META'dan başlayalım Ruşen abi, çünkü siz de biliyorsunuz ki bunlar dünyadaki en büyük şirketler. Yanis Varufakis yakın zamanda kitapta da ‘‘tekno-feodalizm’’ olarak açıkladı bunların istedikleri gibi at sürdükleri düzeni. Ve fakat tabii bu sizi şaşırttı mı? Beni şaşırtmadı, çünkü zaten Türkiye Cumhuriyeti hükümetiyle yani devletiyle META arasında çok uzun süredir süren bir gerginlik var. Bu Filistin protestoları döneminde Filistin yanlısı paylaşımların silinmesi meselesi çok önemli bir kırılma noktası olmuştu. Instagram engellenmişti vesaire. Şimdi de aslında hem Ekrem İmamoğlu'na destek protestoları sürecinde, başta Instagram olmak üzere… Belki bunu söylemek gerekiyor ilk olarak; belki biz bu programı dediğiniz gibi 10 sene önce, 8 sene önce, 7 sene önce yapıyor olsaydık Facebook'tan bahsedecektik. Şu an özellikle genç jenerasyonlar ve hatta her yaştan insan grubu için Instagram ciddi bir aktivizm, örgütlenme alanı haline gelmiş durumda ve özellikle de META'nın bu Instagram isimli platformundaki bu yeniden paylaşma özelliği var ya, hani bir story'yi tekrar paylaşıyorsunuz, özellikle bu boykot hareketinin elden ele dolaşan afişi gibi oldu. O nedenle META'ya gelen bu ceza netice itibarıyla çok şaşırtıcı değil. Bu zaten Türkiye'de çıkan sosyal medya yasası ile birlikte devletin eline aldığı önemli bir enstrümandı, istedikleri zaman çalıyorlar.
Ruşen Çakır: Burada hep böyle oluyor. Olay patlak veriyor, bir bakıyoruz internet daraltılıyor, sosyal medyaya ulaşamıyoruz, ki depremde bile oldu bu, biliyorsun. Sonra birden rahatlıyor vesaire. Sanki internetin şeyi, sosyal medyanın daraltılıp daraltılmaması, iktidarın krizi yönetip yönetemediğini anlamamıza bir işaret sanki. Bu olay dünyada da böyle mi yürüyor? Yani dünyanın değişik yerlerinde kitle gösterileri var, Sırbistan'da, Makedonya'da ya da herhangi bir yerde. Buralarda da böyle mi hakikaten? Yani sosyal medyayı iktidarlar böyle aç kapa yapıyorlar mı her yerde?
Sarphan Uzunoğlu: Şimdi aslında bunun farklı türde iktidarlara göre şey yapılması lazım. Mısır'a bakalım, işte Arap Baharı dönemine bakalım. Hani klasik otokrat yönetimlerde doğrudan interneti kısma, kapama gibi eğilimlerden bahsedebiliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde bu iş biraz daha farklı şekillerde yapılıyor. İşte sermaye yapısı, kontrolü, sahiplik kontrolü ve benzeri açılardan… Mesela TikTok çok ciddi bir baskı altında uzun süredir orada farkındaysanız. Yine o senatodaki soruşturmalar falan… Hani demokratik devletler de aslında ellerinden geleni yapıyorlar. Ama sizin de dediğiniz gibi tamamen engelleme ve benzeri şeyler çoğunlukla otokrat ülkelerde, diktatörlüklerin olduğu ülkelerde vesaire oluyor. Bant daraltımı fazlasıyla bize özgü bir yöntem ama aynı zamanda bant daraltma aslında dünyada da kabul gören bir kriz yönetimi stratejisi. Ama ne zaman şey yapılıyor? Yani gerçekten önemli bir bilginin aktarılması için gereklilik olduğunda. Hatta dünyanın her yerinde bu dijital aktivistler falan böyle atölyeler düzenlerler, işte bluetooth'la vesaire benzeri teknolojilerle internet gittiğinde nasıl haberleşiriz ya da alternatif internet benzeri ağlar nasıl kurulur vesaire gibi şeyler. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu'da ya da başka coğrafyalarda bunların dersleri verildi. Ve fakat şimdi internet aslında sürekli hayatımızda, özellikle bazı jenerasyonlar için. Ama 30 yıl öncesine gittiğimizdeki internetle bugünkü internet arasındaki en temel fark, devletlerin de kendisini internet konusunda aşırı bir şekilde eğitmiş olması ve bunu bir askeri araç gibi kullanabilmeleri. İstedikleri zaman verip, istedikleri zaman çekebildikleri bir tür disiplin aracı haline getirdi iktidarlar interneti dünyanın bazı bölgelerinde. Ama bu şu anlama gelmiyor. Yani, ‘‘Bu musluğu kıstığınızda daha az internet toplumları daha disiplinli hale mi getiriyor, daha öfkeli hale mi getiriyor?’’ sorusunun yanıtını görüyoruz. Yani demokrasiyi de kıstığınızda, ifade özgürlüğünü de kıstığınızda bu insanları sadece öfkelendiriyor; yeni şeyler bulmaya, yeni amaçlar bulmaya itiyorlar. Hatta şeyi hatırlarsınız, bu protestolar döneminde daha bir hafta önce mitingde böyle insanlar bir anda konuşan insanlara bağırmaya başladılar; ‘‘Internet getir buraya. Burada internet çekmiyor’’ hikayesi. Bu neredeyse her miting alanında olur. Fazla sinyal alınmaması vesaire olabilir, sinyal bilinçli olarak kesiliyor olabilir ama internet şu an o kadar ekmek gibi, su gibi bir şey ki, yokluğu insanlar için çok şey ifade ediyor.
Ruşen Çakır: Burada şunu sormak istiyorum. Şimdi çok eşitsiz bir olay var. İktidarın denetlediği çok büyük bir medya var. Aynı zamanda iktidar sosyal medyada da aktif ve iktidarın organize ettiği kabul edilen bir troll ordusu da var. Bir de tabii doğrudan iktidara yakın fenomenler vesaire de var. Ama ben mi eksik bakıyorum? İnisiyatif sanki protestocularda, yanılıyor muyum?
Sarphan Uzunoğlu: Bu aslında şöyle bir gerçeklikle bizi baş başa bırakıyor. Türkiye'de sahne kimin? Yani sonuç itibarıyla ideolojilerle kendilerini sahnelemekle yükümlüler. Bu işte muhalefet olabilir, iktidar bloğu olabilir. Farklı sahnelerde uzun yıllardır bir paylaşım savaşı var. Bu işte kültürel hegemonya meselesi olarak kodlanan bir mesele var. İşte bundan 15 yıl önce Tabii diye bir platformdan bahsetmiyorduk. İşte daha farklı platformlardan, uluslararası platformlardan bahsediyorduk. Orada yayınlanan dizileri vesaire tartışıyorduk. Aslında bu da bu görünürlük savaşının bir parçası. İktidar da doğrudan netice itibarıyla etki edemediği alanlara bir şekilde girmeye çalışıyor. Nasıl ki bir devlet uluslararası medyada yeterince görünürlük sağlayamazsa ne yapar? Kamu diplomasisi araçlarını harekete geçirir. İşte Amerika'da Voice of America vardır, Türkiye'de işte TRT World ve benzeri şeyler var. Hani bunların temel olarak baktığımızda bir benzeştiği nokta var Ruşen abi. O da şu bana kalırsa; neticede buradaki bir dominasyona benzeyen, yani aslında sosyal medyada çoğunlukla işte belirli bir grubun görüşü öne çıksa iki şey olabilir. Birincisi illüzyon olabilir, çünkü algoritmik olarak biz bize benzeyen insanları görmekle ne yazık ki mahkum durumdayız. Bize benzemeyenleri neredeyse hiç görmemekle ilgili bir yapı var. Bu her seçimde de özellikle işte farklı partilerin ve farklı blokların neden sükût-u hayale uğradığının göstergesi. Çünkü internet aslında hala çok kısıtlı kentli ve iyi eğitimli kitlelerin domine ettiği bir alan. Ama ikincisi, biraz daha bu işin de gerçeğine dönmek gerekirse, popüler kültür ürünlerinin başat aktörlerinin bir protestoya destek vermesi, dünyanın her yerinde hem haber değeri taşır hem de politik bir değer taşır. Bunun da böyle olmasının sebebi... Buyurun.
Ruşen Çakır: Tam bunu soracaktım Sarphan. Şimdi daha önce Gezi’de popüler isimler çok daha aktif bir şekilde sosyal medya üzerinden ya da Gezi’ye katılarak destek oldular. Sonra bu sefer İmamoğlu olayında pek ses çıkmadı. Hatta ne dedi Cem Küçük? "Ayşe Barım alındı, herkes buradan ders çıkartıyor," dedi. "Korkuyorlar," dedi. Ama mesela bugünün haberi, Aybüke Pusat, ‘‘Teşkilat’’ dizisinin başrol oyuncusu. Boykota destek verdi, diziden atıldı ve dendi ki "Başkaları da yaparsa onları da atarız," falan. Ne diyorsun? Dünyadaki örnekleri de merak ediyorum açıkçası. Yani bu popüler isimlerin bu tür toplumsal olaylarda tavır alması, iktidar lehine ya da aleyhine… Lehine tavır almak daha kolay, çünkü orada başına bir şey gelmiyor, en fazla takipçi kaybediyorsun falan. Bazı durumlarda riskli olabilir tabii iktidar lehine tavır almak. Mesela bugün birisi kalkıp açıkça deklare etse, takipçisini, şusunu busunu kaybedebilir. Neyse. Bu mahalle baskısına ne diyorsun? Bu çok bildiğimiz bir şey mi? Mesela Cem Yılmaz örneği var. Cem Yılmaz uzun bir açıklama yaptı, ondan sonra başka bir tweet daha attı falan. Sezen Aksu bir açıklama yaptı, özellikle cezaevindeki gençlerle ilgili falan. Ne diyorsun bu popüler isimler, sosyal medya, mahalle baskısı konusunda?
Sarphan Uzunoğlu: Bu bir itibar yönetimi meselesi ünlü insanlar için. Şimdi ünlü insanlar için hayat ne yazık ki biz sıradan kullardan farklı akıyor. Çünkü onların yönetmek zorunda oldukları bu itibar aynı zamanda sadece sosyal kapital değil, finansal kapitale de denk geliyor. Yani yapacakları bir konserin dolması kadar, yani müşteri gelmesi kadar, aynı zamanda onu organize edecek bir firma bulmaları, o konserin verilebileceği bir konser alanı bulmaları, örneğin bir şarkıcı için önemli. Bir dizi oyuncusu için o platforma giriş biletleri olması önemli. Bu nedenle ben burada şunu düşünüyorum. Şimdi bunların hepsi aslında belirli taktik ve stratejiler etrafında yapılan şeyler. Yani her bir ünlü kişinin bir menajeri var, onlarla birlikte oturuyorlar, bu basın açıklamalarını vesaire yazıyorlar. Yani entelektüellerle bu klasik ünlüler arasında büyük bir ayrım yapmamız gerekiyor. Çünkü Türkiye'de ne yazık ki entelektüel ve ünlü ayrımını bazen yapmakta güçlük çektiğimiz için böyle garip bir ‘‘cancel culture’’ havası da oluşuyor. Yani şimdi mesela influencerlara yönelik çok ağır, biliyorsunuz, ‘‘Bu kişiyi artık takip etmeyin, takipten çıkın’’ gibi, ama bazen de böyle hakarete varan şeyler var. Tabii ben Burak Bilgehan Hoca’yla çok aynı siyasal doğrultuda değilim. Ben kitlelerin bir arada hareket etmesinden de hoşlanan biriyim. Ama şurada da şunu söylemek gerekiyor; biz zaten onların ürünleriyiz. Yani bir influencerın, bir şarkıcının ürünüyüz biz. Toplam takipçi sayısına göre dizi oyuncusunun seçildiği, televizyon konuğunun seçildiği, işte belediyelerin festivallerine gelecek ünlülerin seçildiği bir çağda aslında o kişiyi takipten çıkmak yeterli ve kuvvetli bir boykot tipi birçok anlamda baktığınızda. Ama bunun şöyle bir noktası var Ruşen abi, insanların onurlarına doğrudan saldırı şekline geldiğinde, klasik bir linç kültürü halini aldığında bu aslında biraz artık bağ kurulamaz bir hale geliyor. Çünkü boykotu yapan kadar boykotu yapmayan ya da boykotu anlamak isteyen kişilerin de bunu anlamlandırabilmesi lazım. Çünkü uzun yıllardır ilk kez birçok insan tüketim davranışıyla farklı bir bağ kurmaya çalışıyor. Benim çok yabancı olduğum bir şey değil. Ben mesela işte Filistinle ilgili olan, işte İsrail ürünlerinin boykotunun vesaire yıllardır bunun içerisindeyim ve var olmaya çalışıyorum bu alanın içerisinde. Şimdi boykotun kümülatif bir eylem olarak bir anda terörize edilmesi beni açıkçası çok rahatsız ediyor. Çünkü boykot ziyadesiyle politik ve ziyadesiyle anlamlı bir eylemdir. Ama ben biraz şeye bakıyorum, bundan sonra ne olacak? Yani boykottan sonra ne yapacağımız bence çok daha önemli. Yani boykottan hemen sonra yarın sabah kaç kişi işte ne bileyim bir americano, bir latte içmek yerine Medyascope’a üye olmayı tercih edecek, Ali İsmail Korkmaz Vakfı'na bir bağış yapmayı tercih edecek? Bence boykottan sonraki bütün finansal davranışlarımızın, ticari davranışlarımızın, cebimizden çıkan her kuruşun nasıl çıkacağına dair iyi bir bilinçlenme, boykotun kendisi kadar önemli.
Ruşen Çakır: Evet, bu söylediğine özellikle teşekkür ederim. Biz mesela bu 19 Mart sürecinde bir nevi küçük çaplı bir kampanya başlattık. Her yayının sonrasında takipçilerimizden, izleyicilerimizden destek olmalarını söyledik ve gerçekten bayağı bir destek oldu ve özgür medya ihtiyacının böyle dönemlerde daha net bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Sarphan, çok teşekkürler yayınımıza katıldığın için. Sağ olasın.
Sarphan Uzunoğlu: Ben teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet, İzmir Ekonomi Üniversitesi'nden Doktor Sarphan Uzunoğlu’yla 19 Mart krizinin sosyal medya boyutunu konuştuk. Birazdan Profesör Mümtaz’er Türköne ile konuşacağız. Daha çok Devlet Bahçeli'yi konuşacağız. Mümtaz’er, merhaba.
Mümtaz'er Türköne: Merhabalar Ruşen.
Ruşen Çakır: Devlet Bahçeli'nin Türkgün'de yazdığı yazı 3 gün sürdü, bugün de sürdü biliyorsun. İlk gün ben bunu şey diye yorumladım, "Devlet Bahçeli süreci, MHP'yi ve devleti kurtarmaya çalışıyor." Abartmış mıyım?
Mümtaz'er Türköne: Ben biraz daha abartabilirim. Senin söylediğine ilave bir şey söyleyeyim; genel politik manzara, işte boykot, İmamoğlu gündemi, iktidar kanadından gelen keskin açıklamalar, süregiden gerginlik… Yani tam anlamıyla tablonun ortasında gözümde şöyle bir şey canlanıyor: Türkiye bu kaotik ortamda ilerlerken, bir köşede Bahçeli, üzerinde usta kıyafetleri, böyle çekiçler, penseler, tornavidalar, Türkiye'nin ulus devlet ayarlarını düzeltiyor. Yani şeyin tamamıyla dışında gibi, ana akımın, ana tartışmaların tamamıyla dışında. İşte esnetilecek yerleri esnetiyor, sıkıştırılacak vidaları sıkıştırıyor ve yepyeni bir şey sunuyor. Doğrudan doğruya devletin bir fırsat olarak gördüğü çözüm sürecini, tam anlamıyla hukuk, demokrasi, özgürlükler kapsamında üniter ulus devletin yeniden inşası gibi veya ayarlarının düzeltilmesi gibi bir mantıkla kendi işini yapıyor gibi görünüyor. Üç günlük yazıların çok az bir kısmında da, politik gündemin dışında kalmayacak ve iktidar kanadındaki pozisyonunu savunacak tarzda bazı sözler de yer alıyor. Ama asıl çözüm süreci ve bu çözüm sürecinin ancak demokrasiyle, çoğulculukla, hukukla mümkün olduğuna dair çok sağlam bir anlayış, çok sağlam bir görüş ve bunun üzerine inşa edilmiş tezler sıralıyor. Neticesi itibarıyla, yani bu Bahçeli'nin yapmaya çalıştığı şey olmayabilir; ama adeta bir tarih kürsüsü gibi, yani tarihe mesaj veren, tarihe yön vermeye çalışan bir politikacı gibi konuşuyor, tamamıyla gündelik politikanın üzerinde, çok yüksekte bir yerden konuşuyor. Ve bana kalırsa, doğal bir şekilde AK Parti'nin o işte ‘‘Ne zaman tekrar cumhurbaşkanı seçilebilir Erdoğan, bunun zemini nasıl yapılır, muhalefet nasıl entrik bağlarla parçalanır, etkisiz hale getirilir?’’ gündemini de gölgede bırakıyor. Yani şeyi açığa çıkartıyor; AK Parti'nin aşırı derecede kişisel, aşırı derecede çıkar hesabı görünen gündelik politikaya dair çıkışlarını deşifre ediyor.
Ruşen Çakır: Burada şunu sorabilir miyim? Şimdi çözüm süreci en son nerede kitlendi? Kandil'in kongresinde kitlendi. Bahçeli son yazısında da buna tekrar vurguladı, daha önce de vurgulamıştı çok net bir şekilde. Ve Kandil'den bir ara işte kongrenin Öcalan tarafından düzenlenmesi ve gerekli güvenliğin tesis edilmesi talebi gelmişti ama ne zamandır sesini çıkartmıyor Kandil. Şöyle bir düşüncem var, bilmiyorum ne dersin? 19 Mart'la birlikte yaşanan siyasi kriz nedeniyle Kandil galiba frene bastı. Yani açıkçası şu anda yaşananlar herhalde onları hiç rahatsız etmiyordur.
Mümtaz'er Türköne: Ben de aynı şeyi düşünüyorum. 21 Mart'ta Öcalan'ın Nevruz mesajı mesela Diyarbakır'a ulaştırılmadı. Bu iktidar kanadının diğer gündemi daha rahat takip edebilmek için frene basmasıydı. Karşı tarafta Kürt siyaseti de bu manevrayı, bu tıkanmayı gördüğü için frene bastı. Yani 19 Mart gündemi çözüm sürecini buzdolabına kaldırdı.
Ruşen Çakır: Peki, şunu soracağım. Şimdi mesela burada Cem Küçük, artık gündemi o belirliyor, biliyorsun, kim içeri girecek, kim çıkacak vesaire, hepsini o söylüyor. Tam konuştuğumuz konularla ilgili bir şey demiş, sosyal medyada bir paylaşım, diyor ki: ‘‘Cumhur İttifakı inanılmaz derecede konsolide oldu. Mırın kırın edenler bile ‘Bu CHP bize yaşam hakkı vermez’ diyorlar. Hele Anadolu her şeyin farkında. Geçmiş olsun CHP.’’ Yani bu İngilizce tabiriyle bir "wishful thinking" gibi geliyor bana. Cumhur İttifakı burada hakikaten çok konsolide oldu mu?
Mümtaz'er Türköne: Tam tersine, ben biraz önce o ayrışmayı, o açığa düşmeyi ifade ettim. Bahçeli dört elle çözüm sürecine sarılmış onun takibini yaparken, tam anlamıyla bir fikri takip bu; işte 19 Mart gündeminin peşinden koşturan ve sürekli hata üzerine hata işleyen, işte hukuku çiğneyen, tehditler savuran ve çözüm sürecinin uzağına düşen bir AK Parti. Yani AK Parti'nin konumu ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin konumu çok ayrıştı. Bu, liderlerin, Bahçeli'nin ve Erdoğan'ın arzu ettiği bir şey olmayabilir ama gündemin dinamikleri iki partiyi ayrıştırdı. Biri kalıcı bir çözüm süreci peşinden giderken, öteki doğrudan doğruya gündelik kısa vadeli siyasi hesapların peşinde, son derece yorgun düşmüş durumda.
Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum: Boykot. Şimdi ne kadar başarılı olup olmayacağını merak ederken, başarılı olup olmadığını da tam ölçemezken ama iktidara bakıp bayağı etkili olduğunu görüyoruz. Bugün mesela RTÜK Başkanı — hep atlıyor biliyorsun her konuya — yine girdi topa. Cumhuriyet Başsavcılığı resen soruşturma başlattı, biliyorsun. Neyi, nasıl soruşturacaklar? Teşvik edenleri soruşturacaklar. Yani boykot yapmanın cezası herhalde yok ama teşvik edenleri soruşturacaklar ve bir milli yerli ve milli sermayeyi hedef alma gibi bir argüman var. Geçen mesela o şeyi hatırlıyor musun, biliyorsun, konser organize eden kişi yaptığı paylaşımda bu kahveci olayında, ‘‘Bunlar sermaye düşmanları, vatan hainleri’’ dedi. Bu ‘‘sermaye düşmanı’’ lafı biliyorsun, eskiden sağın çok sevdiği, sola karşı kullandığı bir şeydi ama geride kalmış diye düşünürken tekrar karşımıza çıktı. Burada tam olarak ne yaşanıyor sence, yani bu boykot meselesinde iktidar neden rahatsız?
Mümtaz'er Türköne: Saraydan da açıklama geldi, tam tezat, ‘‘Emperyalizmin oyunu’’ dediler.
Ruşen Çakır: Evet, küresel emperyalizmin. Ama biliyorsun, küresel emperyalizm Trump'ın mücadele ettiği bir şeymiş. Yani, kimse onlar…
Mümtaz'er Türköne: Evet. Şimdi, saraydan gelen, iktidar kanadından, özellikle AK Parti'den gelen mesajları çok ciddiye almamak gibi bir şey geliştirdim. Çünkü mevzuyu, ipin ucunu kaçırıyoruz. Şöyle ifade edeyim; boykot dediğimiz bir pasif direniş yöntemidir ve şiddeti dışarıda bırakmak için müracaat edilir boykota. Yani Gandhi'nin o tuz protestosu, işte dokuma ile ilgili, İngiliz tekstil sanayi ile ilgili boykotu, Güney Afrika'da Mandela'nın şiddetsiz sivil direnişi. Bütün bunların hepsinin oluşturduğu bir gelenek var dünyada. İngilizlerin bir sözü var, çok meşhur bir sözdür demokrasiyle ilgili, şiddetle demokrasi arasındaki tezatı, tersine ilişkiyi ifade eden bir kelime: ‘‘Kafaları kıracağımıza sayıyoruz’’ diyor, ‘‘Kurşun yerine oy atıyoruz’’ diyor. Yani şiddeti dışarıda bırakmak, toplumun öfkesini, kızgınlığını, tepkilerini şiddetle ifade etmesini engellemek için demokratik kanalları açmanız lazım ve bunları garanti altına almanız lazım. İşte toplantı, gösteri, yürüyüş hakkının bir temel insan hakkı olarak düzenlenmesinin sebebi bu. Boykotun da böyle. Yani sizin, boykot yapılıyorsa, ‘‘Ne kadar güzel, insanlar boykot yapıyor, şiddete başvurmuyor, taş atmıyor, eylem yapmıyor’’ diye oturup sevinmeniz lazım. Şimdi şiddetle bu tür pasif direniş yöntemlerinin tersine ilişkisini unutmamak gerekiyor. Nitekim şey de zorlanıyor bu konuda. Sanıyorum şöyle bir algı oluşuyor, topluma yerleşiyor. Benim anladığım o, algıyı takip ediyorum. Çünkü artık sadece algıları takip ederek olup biten şeyleri anlamak gerekiyor. Saraydan boykotla ilgili bir rahatsızlık, özellikle ekonomik anlamda bir rahatsızlık ifade edildiği zaman, adliyeye talimat gidiyor: ‘‘Hemen bir soruşturma açın’’ diye. ‘‘Neye, hangi kanun maddesine dayandıralım? Böyle bir kanun yok’’ falan filan diyemiyorlar, oturuyorlar, mesela mevcut Ceza Kanunu içinde iki tane kanun maddesini bulmuşlar. Bir tanesi 216/1, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu. Öbürü de 122, yine işte nefret söylemi diye belirtilen söylemler. Kanun metinlerini ve gerekçelerini okuduğunuz zaman bu kanun maddelerinin boykota uygulanmasının imkansız olduğunu görebilirsiniz. Yani imkansız bir şeyi yapıyorlar. RTÜK Başkanı’nınki de öyle, yani AK Parti basın sözcüsü gibi konuşuyor. İşte biraz önce söylediğin o milli sermaye söylemine uygun bir şekilde, milli değerlere yönelik bir saldırı olarak niteliyor boykotu. Ve dün akşam galiba aydılar, durumu fark ettiler. Boykota karşı sadece mağdur olan, yani mağdur olduğunu iddia eden şirketler tazminat davası açabilirler veya özel hukuk ilişkileri çerçevesinde, şikayet üzerine savcılık harekete geçebilir uğradığı zarar yüzünden. Ama oturup Ceza Kanunu’nun 216. maddesine, 122. maddesine dayanarak soruşturma açamazlar. Garip bir şey. Hukukun bu kadar zorlanması, bu kadar manipüle edilmesi, protestoların mantığını, haklılığını teşvik ediyor, kuvvetlendiriyor. Bunu zaten sen de sık sık dile getiriyorsun, ifade ediyorsun. Yani bu kadar mantık dışı olmasa iktidar kanadının perspektifi, belki protestolar bu kadar etkili olmayacak, boykotun kendisi de bu kadar etkili olmayacak. Çok ciddi hatalar yapıyorlar.
Ruşen Çakır: Son olarak, birazdan senden sonra CHP Milletvekili Yunus Emre'ye bağlanacağım. Senden son olarak CHP hakkında kısa bir yorum rica ediyorum. Ülkücü hareketten gelen ve bunca şeyi daha çok sağdan takip eden birisi olarak bugünkü CHP hakkında ne düşünüyorsun?
Mümtaz'er Türköne: Türkiye tam anlamıyla siyasette, siyasi yelpazede bir devrim yaşıyor. Yani eski artık muhal, geride kaldı. Yepyeni bir siyasi yelpaze, yepyeni siyasi kimlikler, yepyeni siyasi mensubiyetler ortaya çıkıyor. Bu kriz belki de onu doğuracak, onu ortaya çıkartacak ve geleneksel, o Soğuk Savaş’tan kalma kavramların, kimliklerin çok fazla anlamının kalmadığı bir dünyaya geçiyoruz. Yani Saraçhane'de gördüğüm şey beni çok etkiledi. Sol, sosyalist kimliğe sahip gençlerle ülkücü gençler yan yana, aynı sloganları söyleyerek protestoda bulunuyorlar. Özgürlük alanına, eşitliğe, fırsat eşitliğine karşı zor durumda kalan gençlerin bir protestosu şeklinde ifade ediliyor. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi de sanıyorum, dipten gelen bu dalgayla yepyeni bir kimliğin üzerine oturacak. Yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin geleneksel, o iki partili, ikili koalisyon görüntüsünün üzerinde, ötesinde, dünyanın, çağın ve yeni neslin taleplerine, arayışlarına uygun bir kimlik geliştirecekler. Bu çok uzun bir mevzu. Senin çok fazla vaktin yok. Benim de çok kafa yorduğum bir mevzu. Ama şunu söyleyebilirim: Durumu görür, kavrarlarsa, ki Özgür Özel’in bu süreçteki esnekliği ve liderliğini ben de çok beğeniyorum, takdir ediyorum. Yani müthiş bir karizmaya dönüşüyor. Çok iyi yönetiyor, çok becerikli bir şekilde yönetiyor süreci. Bu talebi, dipten gelen bu talebi karşılamak gibi bir esneklik ve beceri gösterirse, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de yepyeni bir kimlikle iktidara aday olacağını düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Mümtaz’er, yayınımıza katıldığın için. Çok sağ ol. Evet, Profesör Mümtaz’er Türköne’yle ağırlıkla Bahçeli’yi, ama bütün bu süreci konuştuk. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi'ni, Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Yunus Emre ile konuşalım. Yunus, merhaba.
Yunus Emre: Merhaba Ruşen abi, merhaba.
Ruşen Çakır: Ne diyorsun? Mümtaz’er dedi ki, ‘‘Artık bambaşka bir CHP görüyoruz’’ dedi. Galiba bu 19 Mart krizini düşünen akıl, siyasi iktidar, sizin çoktan dağılmış olmanızı bekliyordu, değil mi? Yani Ekrem İmamoğlu ve kurmayları içeri alındıktan sonra CHP'de iç kavga çıkar ve demin de söyledim başka bir bağlamda, yine söyleyeyim, ‘‘Kapanın elinde kalır CHP’’ diye düşünüyordu. Sen de mesela böyle bir endişeye kapılmış mıydın?
Yunus Emre: Ya şöyle, tabii bir demokraside siyaset yapmıyoruz. Yani bunun farkındayız. Bu artık herkesin gördüğü çok açık bir gerçeklik, çırılçıplak bir gerçeklik. Bir otoriter yönetim var Türkiye'de. Ama Türkiye'ye özgü önemli gelişmeler var. Bir defa en başta bu otoriter yönetimin birçok şeye gücü yetiyor, yani İmamoğlu'nu cezaevine koymaya bile gücü yetiyor; ama enteresan şekilde bir yandan da aslında güçlü değil. Çünkü niye bunu söylüyorum? Toplumda, desteğinde çok ciddi bir erime var. Birinci parti olma konumunu bir yıla aşkın süredir kaybetti ve Cumhuriyet Halk Partisi'ne yönelik bu hamle, bir planlamayı içermekle birlikte, topyekûn aslında muhalefetin tasfiyesini amaçlayan, yani Türkiye'de seçimlerin göstermelik hale getirilmesini amaçlayan, yani sadece İmamoğlu'nun devre dışı bırakılması değil, İmamoğlu'nun yerine bir kayyum atanması ve Cumhuriyet Halk Partisi kurultayının da iptal edilerek CHP'ye bir kayyum atanması, CHP kurultayının da yakın bir zamanda yapılmaması gibi kapsamlı bir planlamaya dayanıyordu. Bunu görmek lazım. Şimdi bu planlama duvara tosladı. Niye duvara tosladı? Bir defa gençler, İstanbullular müthiş bir direniş ortaya koydular. Cumhuriyet Halk Partisi de, başta Genel Başkanımız olmak üzere, çok iyi bu direnişle senkronize oldu. Yani şunu demek istiyorum; olayın bu büyük tarafını görmemiz lazım. Yani olay, ‘‘Bir şekilde İmamoğlu'nu cezaevine atalım, ona yakın insanları cezaevine atalım da İmamoğlu'ndan kurtulalım’’ olayı değil. ‘‘İktidarı kaybediyoruz, seçimlerde etkili bir konumda olamayacağız ama elimizde devlet var, devlet gücü var, devletin kurumları var. Bunları kullanarak ciddi bir hamle yaparak oyunu değiştirebiliriz’’ diye düşündüler ama bu başarısız oldu. Yani Genel Başkanımızın bu ‘‘başarısız darbe’’ çıkışının arkasında bu bildiğimiz manzara var.
Ruşen Çakır: Peki, şu ana kadar önemli birtakım şeyler yaptınız parti olarak. Boykot çağrısı, ön seçime dayanışma sandığı konulması… Şimdi bir imza kampanyası var; bu, Ekrem İmamoğlu'nun özgürlüğü ve erken seçim. Bundan ne bekliyorsunuz, bu imza kampanyasından ve nasıl gidiyor?
Yunus Emre: Şimdi şöyle tabii, önce şunun bilinmesini istiyorum; bunlar böyle bizim plansız programsız, üzerine düşünmeden yaptığımız şeyler falan değil. Yani bu ön seçim konusunu örneğin sizin yayınınızda, yani Medyascope TV'de de uzun uzun konuştuğumuzu ben hatırlıyorum, yani bu daha gündeme gelmeden çok önce. Gazete Duvar'da ben çok uzun bir yazı yazmıştım, ön seçimin ne kadar aslında etkili bir yöntem olacağıyla ilgili. Bunu da hatırlıyorum. Benim dışımda da birçok arkadaşımızın tabii bu yönde çabaları vardı. Yani sonuç olarak bu son boykot konusunu da böyle bir anda ortaya atılan bir fikir gibi falan görmek hatalı olacaktır. Yani Genel Başkanımızın da, bizim partinin de bu konu üzerinde epey düşündüğünü bilmenizi istiyorum. Niye bunu söylüyorum? Bakın, şimdi ben az önce yayının bir kısmını izleyebildim. Öner Hoca haklı şekilde Ayşe Hoca’yı hatırlattı, Ayşe Buğra’yı. Niye bunu yaptı? Türkiye’de iş dünyası ve devlet konuları düşünüldüğünde akla gelen ilk isimdir. İzliyorsa ben de saygılarımı, selamlarımı söylüyorum, benim de hocamdır. Şimdi bu niye önemli, yani bu boykot bahsi niye önemli? Aslında biz burada şu andaki mevcut sistemin temel dayanağını hedefe koymuş olduk boykotla. Yani bunun bilinmesi lazım. Niye bunu söylüyorum? Böyle bir rejim kurduğunuzda buna sahip çıkacak, bu rejimin üzerine dayanacağı bir güce ihtiyacınız var. Şimdi Erdoğan açısından bu güç, kendisine yakın bir sermaye kesimini inşa etmekti. Yani bizim cumhuriyet tarihinde de bunun birçok örneği var. Yani bir sistem tasarımını yapan insanlar günün sonunda, bu sisteme sahip çıkacak kişiler kimlerdir, güçler kimlerdir, hangi toplumsal siyasal güçler bunun arkasında duracaklardır, bunu hesap ederler. Şimdi burada da Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğumuz düzeninin yıllardır zengin ettiği, Türkiye’nin kaynaklarını akıttığı bir kitle var. Ve bu kitleyle özellikle medya arasında da — yine Ayşe Hoca'nın kitabına referansla bunu söyleyeceğim, yani yeni ikinci kitabına — çok özel bağlar var. Yani bunu benden siz gazeteci olarak çok daha iyi biliyorsunuz. Yani bugün Türkiye'nin en büyük medya kuruluşları, o patronları patron değil yani. Bu, herkesin bildiği bir sır gibi ortada duruyor. Şimdi sonuç olarak birinci nokta budur. İkincisi, zaten o iş dünyası belediyelerin kaybından sonra büyük bir zorluk yaşıyor Ruşen abi. Çünkü o iş dünyası için belediyelerin kullanılması ve belediyeler yoluyla büyük rantlar elde edilmesi çok temel bir yoldu. 2002'den beri hep böyle olmuştu. Onu da 2019'da bir ölçüde ama 2024'te tamamen yitirmiş durumdalar. Yani aslında İstanbul'a yönelik operasyon, İstanbul'a kayyum atanması girişiminin arkasında da bu kendisine yakın sermaye kesimini kurtarma, batmaktan çıkarma yaklaşım tarzı var. Yani sonuç olarak şuna gelmek istiyorum: Bu boykot hadisesi, medya boyutuyla, iş dünyası boyutuyla bugünkü rejimin temel dayanaklarını hedefe koyan bir girişimdir. O nedenle böyle olduğu için de işte açıyorsunuz A Haber televizyonunu akşam, Cumhurbaşkanı Yardımcısı’ndan bütün bakanlara kadar hepsi sıraya girmişler, tek tek bu boykotun ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatıyorlar. Yani bir alarm hali var. Önüne gelene soruşturmalar açılması tehdidi yapılıyor, oyuncular bile cezalandırılacak şekilde toplumun önüne konuluyor. Sonuç olarak dikkat ederseniz burada çok iyi biliyor Erdoğan ve yönetimi, bu boykot çağrısının sonuçları ne olabilir, bunu çok iyi biliyor. Şimdi imzaya da buradan gelmek istiyorum. İmza kampanyasının da şöyle bir sonucu var. Bakın, bizim örgütümüzün kendi parti binalarımızdan çıktığı, vatandaşla bütünleştiği, ev ev gezdiği, bütün kahvelere girdiği bir kampanya haline geliyor bu. Yani Cumhuriyet Halk Partisi ile toplumsal muhalefet arasında bir kapsamlı bütünleşme, bir araya gelme, beraber çalışma, temas içerisinde bulunma, bu gündeme geliyor. Yani Türkiye'de maalesef siyaset çok uzun süredir, hani ‘‘particiler’’ diyoruz ya, particilerin bir uğraşı gibi olmuştu. Toplumla bağlarda ciddi kopmalar meydana gelmişti. Şimdi burada bir önemli dönüşüm yaşanıyor. İmza kampanyası bunun bir örneği ama en temel örneklerinden birisi. Niye temel bir örnek diyorum? Partiyle bu toplumsal muhalefet, toplumun hoşnutsuzluğu arasında güçlü bağlar kuruluyor. Her mahallede, her kahvede, her evde CHP’liler kapı çalıyorlar. ‘‘Biz buradayız, bizim bu itirazımız var. Ne diyorsun kardeşim sen bu itiraza?’’ diye soruyorlar ve emin olun, çok önemli bir karşılık da buluyorlar. O bakımdan yani aslında muhalefetin harekete geçirildiği, muhalefetin CHP ile bütünleştiği, toplumun hoşnutsuzluğunun CHP ile bütünleştiği ve bir hedefe yönlendirildiği bir ciddi kampanya haline gelmiş oluyor.
Ruşen Çakır: Bu pazar günü olağanüstü kurultay yapıyorsunuz. Özgür Özel aday olduğunu açıkladı. Başka aday çıkacak mı? Kemal Kılıçdaroğlu'yla yapılan bir röportaj duydum. ‘‘Hayır’’ dememiş, ‘‘evet’’ dememiş sanki. Birden fazla aday çıkar mı, ne diyorsun?
Yunus Emre: Şimdi ben tabii bir partinin mensubu olarak çok ölçülü ve dikkatli konuşmak durumundayım. Ama şunun bilinmesini istiyorum; Özgür Bey, Genel Başkanımız, bu krizde de sadece bu kriz için değil ama yani başından beri son derece fedakâr ve çok kapsamlı bir mücadele yürütüyor. Her gün bir yerde kardeşim, her gün sahada, vatandaşın içerisinde. Yani siz de Saraçhane’de hangi koşullar içerisinde nasıl bir mücadele yürüttüğünü görmüşsünüzdür. Sonuç olarak yani böyle bir büyük mücadeleye Genel Başkanımız önderlik ederken, bunun yanında bir de partimiz bu kayyum tartışmaları çerçevesinde hedefe konulmuşken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bütün üyeleri, geçmişte hangi görevi yapmış olurlarsa olsunlar, Genel Başkan’a bu gayretinde yardımcı olmalıdır. Yani bundan ötesi beklenmez, bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yoksa olağan kongre süreçleri var önümüzde. Orada daha mahallelerden, ilçelerden başlayarak zaten yeni yeni seçimler yapacağız. Burada bir acil görev var önümüzde. Partiye yönelik bir operasyon vardı. Görevimiz, bu operasyonu boşa çıkarma ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin yoluna daha güçlü bir şekilde devam etmesi. Kemal Bey de bizim önceki genel başkanımızdır. Hepimizin kendisine, şahsına da yaptığı göreve de büyük bir saygısı vardır. Ve genel başkanımızdan, yani önceki genel başkanımızdan da bu tutum çerçevesinde bir davranış bekleriz.
Ruşen Çakır: Peki, son olarak şunu sormak istiyorum: Gidişat nereye? Yani temenniden ziyade, mümkün olduğu kadar, sen bu işlere, siyaset bilimine çok aşina birisi olduğun için soracağım. Yani Türkiye'de daha bir sertlik mi var, yoksa iktidarın geri adım atacağı ve bir tür muhalefetin taleplerinin yerine getirileceği bir süreç mi daha yüksek ihtimal?
Yunus Emre: Şimdi bizim açımızdan tablo net. Yani biz geri adım atamayız. Nasıl atacağız? Yani bütün arkadaşlarımız cezaevinde. Şimdi bakın, ben 2018'de ilk milletvekili oldum, Silivri Cezaevi’ne ziyarete gitmeye başladım. Osman Kavala o zaman cezaevindeydi. İlk ona ziyarete gidiyordum. O zaman Ruşen abi, bir Osman Kavala vardı. Şimdi gidiyoruz, bütün gün yetişemiyoruz kardeşim. Yani herkes orada. Şimdi böyle bir manzara var Türkiye'de. Bu bakımdan yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin geri adım atması, mücadelesinden vazgeçmesi falan, bunlar yok. Cumhuriyet Halk Partisi bakımından durum, Fatih Terim'in meşhur bir şeyi vardı ya, işte “taktik maktik yok, bam bam bam.” Hatırlıyor musunuz, öyle fıkra gibi anlatırlar.
Ruşen Çakır: Evet.
Yunus Emre: Yani CHP açısından durum bundan çok farklı değil. Bunun bilinmesini istiyorum. Yani bizim canımız yanıyor. Bizim arkadaşlarımız suçsuz, günahsız yere cezaevinde yatıyor. Partimizin üzerinde büyük baskılar var. Biz geçmişte de böyle baskılar görmüş bir partiyiz. Yeri geldi bu partinin malına mülküne el kondu. Yeri geldi bu partinin kapısına kilit vuruldu. Genel başkanları cezaevine konuldu. Bunlar yaşandı. O bakımdan bizim ne yapacağımız belli. Burada iktidar bakımından bir tercih var tabii. Yani, top onların sahasında. Niye bunu söylüyorum? Yani iktidar bir karar verecek. Yani ya bu denemelerde bulundukları gibi Türkiye'yi bir Putin Rusyasına çevirmeye yönelik hamlelerine devam edecekler, buna karşılık da biz elimizden ne geliyorsa o karşılığı vereceğiz ya da orada kaldıysa eğer aklı başında birtakım insanlar, bu yolun yol olmadığını, Türkiye'nin böyle bir düzenle yönetilemeyeceğini, Türkiye'nin böyle bir düzeni kabul etmeyeceğini kendi partilerine kabul ettirecekler. Ben sorunuzdaki şeyi çok iyi anladım. Yani zeminin kaygan olduğunu ben de görüyorum. Türkiye açısından önümüzdeki dönem büyük imkanlar içermekle birlikte çok büyük riskler de barındırıyor. Ama bölgemizin de ne kadar büyük riskleri yine barındıran bir bölge olduğunu hatırlatmak istiyorum. Dünyanın en önemli çatışma olayları Türkiye'nin çevresinde. Böyle bir ortamda, böyle bir konjonktürde, zorbalıkla milyonlarca insanı susturmaya çalışarak, çoğunluğu cezaevine tıkmaya çalışarak bir yere varamazlar. Bunu objektif olarak, mantıklı bir şekilde konuşmak istiyorlarsa bu konuşulur tabii. Ama şu ana kadar da ben izlediğim kadarıyla iktidarda böyle bir çaba görmedim. İktidarda bir suskunluk var. Birtakım insanlara, işte birtakım gazeteci sıfatlı ama troll kişilere ortam kalmış. Ki onların da aslında AK Parti'nin gelişmesinde, büyümesinde, ortaya çıkmasında bir konumları olduğunu ben bilmiyorum, yani belki yanılıyorumdur ama öyle bir gözlemim yok. O nedenle, kaldıysa bu AK Parti'nin içerisinde aklı başında insanlar, bu gerçekleri görsünler. Gerilimin ortadan kaldırıldığı, Türkiye'de bir adil seçime gidildiği bir ortam yaratılabilir. Böyle bir imkan hâlâ vardır. Ama zeminin gerçekten kaygan olduğunu, Türkiye için hepimizin endişesi içerisinde olması gereken bir evrede bulunduğumuzu tespit etmek gerekiyor.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Yunus Emre.
Yunus Emre: Ben teşekkür ederim, kolaylıklar dilerim.
Ruşen Çakır: Evet, Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Yunus Emre ile konuştuk. Şimdi bir haberimiz var. Bugünkü alışveriş merkezleri, ondan sonra yayınımız devam edecek. Evet, bugünkü boykot daha çok konuşulacak. Gerçekten ilginç bir olay olarak Türk siyasi hayatına şu anda girdi, gündeme girdi 2 Nisan 2025 boykotu. Birazdan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Suat Özçağdaş'la konuşacağız. Dün kendisi gün boyu cezaevlerindeki öğrencilerle görüştü, oradan gözlemlerini anlatacak bize, öğrencilerin anlattıklarını aktaracak. Kendisi birazdan yayınımızda olacak. Burada özel olarak bu konuyu vurgulamak istiyorum. Bunu dile getirenler çok oldu. Bayramda bu gençlerin bayramı tutuklu olarak cezaevinde geçirmeleri, tutukluluklarına itirazların tatil olduğu gerekçesiyle — biliyorsunuz, 9 gün idari tatil oldu — cevap verilmediğini biliyoruz. Belki itirazların sonucunda bazıları çıkacaktı. Aslında çok açık bir şey var. Yani bu gençlerin içeride tutulmasının hiçbir vicdani açıklaması yok. Yani sonuçta siz bu gençleri protesto ettikleri için içeri alıyorsunuz. Çok şikayetler var. O gördükleri muamele konusunda şikayetler var. Kaldıkları cezaevlerindeki koşullar konusunda şikayetler var. Adalet Bakanı bunları ‘‘izandan yoksun’’ olarak niteledi ama bu şikayetleri ciddiye almakta yarar var. Birazdan Suat Bey herhalde bize bunları anlatacaktır, o cezaevlerindeki koşulları da. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Ben 19 yaşında, 12 Eylül döneminde 81’de Şubat ayında cezaevine girdim. Daha doğrusu cezaevine girmeden önce emniyete alıyorlar. Ben 66 gün kaldım, ondan sonra yattım. Önce Hasdal'da sonra Metris'te kaldım. Ve bizim kaldığımız cezaevlerinde, o tarihteki insanların, içerideki insanların yaş ortalaması herhalde 23-24'tü. Ben en gençlerindendim. Benden daha küçükler de vardı. Ama bunun nasıl bir şey olduğunu ayrıca bilirim ve kişisel olarak da bu gençleri çok iyi anlıyorum ve onun ne kadar hayatlarında önemli bir an olduğunu da görebiliyorum. Umarım en kısa zamanda çıkarlar. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin böyle bir huyu var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gençlerini zorla hizaya getirmeyi alışkanlık haline getirmiş bir devlettir. Fakat şöyle şeyleri de biliyoruz. Bir zamanlar mesela Manisa'da bir grup genç gözaltına alıp tutuklanmıştı, Türkiye aylarca bunu konuşmuştu. Şimdi Türkiye'de maalesef son dönemde gençlerin gözaltına alınması, tutuklanması çok sıradanlaştı. Tabii ki sadece gençlerin değil; aydınların, gazetecilerin, iş insanlarının da başlarına gelen bir husus var. Ve şunu da özellikle vurgulamak istiyorum, maalesef: Şu anda yaşanan yargı sistemiyle, 12 Eylül'de benim bizzat yaşadığım yargı sistemi arasında pek bir fark yok. Varsa da birçok açıdan, hepsi değil tabii, birçok açıdan 12 Eylül'deki yargı sisteminden daha kötü bir durumdayız. Evet, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Suat Özçağdaş'la konuşacağız. Suat Bey, siz dün cezaevlerinde gençlerle, tutuklu gençlerle görüştünüz. Çok şey gördünüz, çok şey dinlediniz eminim ama sizi en çok ne çarptı?
Suat Özçağdaş: İyi yayınlar diliyorum öncelikle. En çok çarpan şey şu: her hikayeyi dinlediğinizde, iktidarın bu ülkenin yurttaşlarına gerçekten hiçbir koşulda insan muamelesi yapmadığını görmek en üzücü olan oldu. Ben dün 37 arkadaşımızı ziyaret ettim. Ziyaret yapanlar bilir, çok zor bir sayı çünkü tek tek giriyorsunuz, görüşüyorsunuz, bekliyorsunuz ve saat akşam 10.30’a kadar görüştüm. Her birinin çok benzer ve bazen ayrışan hikayeleri var. Çok benzer hikayeleri şu; tam bir hukuksuzluk süreci yaşadılar, özellikle Silivri’ye gidene kadar olan bölümde. Silivri bölümünü şöyle ifade edeyim; Silivri’de şu anda çok kalabalık alanlarda yaşıyorlar. Örneğin, 27 kişilik yerlerde 59 kişi kalıyorlar. Yer yataklarında kalıyorlar. Kıyafetle ilgili sorunlar yaşıyorlar. Tabii bayram tatiline denk geldiği için para transferi ile ilgili sorunlar yaşıyorlar. Bu para transferi önemli bir mevzu çünkü orada alacağınız en ufak şey için bile buna ihtiyaç var. Dolayısıyla bu bir sorun. Ama genel muamele olarak oradaki infaz koruma memurlarının da yönetimin de orada gelenlere bir biçimde yardımcı olmaya çalıştıklarına dair de genel yorumlarını aldım. Ama bundan öncesinde… Yani burada yaşadıkları sorunlar devam ediyor. Tabii özgürlüklerinin elinden alınmış olması, sadece özgürlüklerinin değil, çalışma haklarının — bir kısmı öğrenci değil çünkü, ailelerine bakan insanlar var — elinden alınması, öğrencilerin de eğitim haklarının elinden alınması durumuyla karşı karşıyayız aslına bakarsanız. Çünkü 3 yıldır hazırlandığı sınava giremeyecek olanlar var. Üniversitede yüksek lisansa devam etmek için şimdi sınav alabilirse alacak, şimdi alamazsa bir yıl kaybedecek olan öğrenciler var. Ağırlıkla büyük bir kısmı öğrencilerin olduğu, çok küçük yaşlı, gençlerin, öğrencilerin olduğu ve neredeyse hemen hemen tamamının ömürlerinde ilk defa bir siyasal eylem nedeniyle böyle bir muameleyle karşı karşıya kaldığı genç yurttaşlardan bahsediyoruz. Durum şimdi bu.
Ruşen Çakır: Peki, şunu sorabilir miyim? Herhalde çocuklarla, gençlerle konuştuğunuzda az buçuk fark ediyorsunuzdur. Siyasi olarak genellikle şu yorumlar yapıldı: Çok da fazla böyle bir yere angaje, siyasi partilere ya da gruplara angaje olmadıkları, daha kendi halinde, apolitik demeyelim ama bir grup angajmanı olmayan gençler diye söyleniyor. İzleniminiz bu mudur?
Suat Özçağdaş: Bu doğru, genel olarak doğru. Ağırlıklı olarak belirli bir siyasal örgütlenmenin içinde yer almayan ama gelecekten umutsuz olduğu için, bu demokratik olmayan yargı müdahalesine itiraz ettikleri için, kendilerini bu ülkede mutlu hissetmedikleri için ağırlıklı olarak gelen bir yurttaş grubu var ve bunu meşru hakları olarak görüyorlar. Bu arada hepsi şeyi söylüyorlar: ‘‘Ben yanlış bir şey yapmadım, anayasal hakkımı kullandım, kimseye hiçbir şekilde olumsuz etkim olmadı.’’ İçlerinde bir miktar Cumhuriyet Halk Partisi gençlik kollarından olanlar var. Doğal olarak bizim çağrısını yaptığımız bir etkinlik. En örgütlü grup olarak görebileceğim o olabilir. Çünkü bizim gençlerimiz, gençlik kollarımız oradaydı. Onlardan gözaltında olanlar var şu anda. Ama dediğiniz tespit doğru. Çok farklı görüşlerden, ülkenin gidişatına itiraz eden, çok ağırlıklı genç yurttaşlar var şu anda.
Ruşen Çakır: Peki, Suat Bey, ilk günden itibaren şunu görüyoruz, medyaya da yansıyor, sosyal medyaya özellikle; avukatlar, baro ve avukatlar bu konuda bayağı seferber olmuşlar ve gençlerin ifadelerinde, süreçlerinde birden fazla avukatın yanlarında olduğu yolunda şeyler duyuyoruz. Bu herhalde doğru olsa gerek. Yani hukuki olarak yalnız kalan genç yok galiba. Ama mesela tutukluluk itirazları bayram tatili nedeniyle görülmüyor. Bayram sonrasına, yani idari tatil sonrasına kaldığı söyleniyor. Bu doğru mu?
Suat Özçağdaş: Biraz önce bunu sordum, ‘‘Artık ilk duruşmayı bekliyoruz’’ dedi hukukçu arkadaşlar. Burada farklı gruplardan avukatlar var. Bir büyük grup olarak Cumhuriyet Halk Partisi'nin 80'in üzerinde avukatı var bu süreci takip eden. İstanbul Barosu'nun ve diğer illerde de İzmir Barosu'nun, Ankara Barosu'nun takip ettiği, barodan gelen arkadaşlarımız var. Onlar da çok kalabalık bir grup olarak takip ediyorlar. Çeşitli hukuk derneklerinden, işte ÇHD'den ya da başka siyasi oluşumlardan avukatlar var. Dolayısıyla gerçekten avukatlar tam bir dayanışma duygusuyla gençlerin yanındalar, onu söyleyebilirim. Biz tek tek bu arkadaşlarımızın kim olduğunu — ben dün mesela bunların 37’siyle görüştüm, şu anda diğer vekil arkadaşlar da görüşüyorlar — kim oldukları, hangi üniversitede oldukları, hangi bölümde oldukları, nereli oldukları, bir ihtiyaçları olup olmadığı, hikayelerinin ne olduğunu tek tek dinledim hepsinden ve notlarımı aldım. Şimdi bizim il hukuk komisyonlarımız ve Gökçe Gökçen, Adaletten Sorumlu Gölge Bakanı Başkanlığı’nda yürüyen bir heyet var. Onlara bunu raporluyorum. Onlar da bu raporları alıp takip edecekler. Bazılarının ekonomik desteğe ihtiyaçları var. Bazılarının okulla ilgili görüşülmesi, yapılması gereken konular var; çünkü sınavlarına giremeyecek olan öğrenciler var. Bazıları mesela öğrenci değil, iki tane çocuğu ve bir eşi var. Onun bir şekilde çocuklarının, eşinin durumunun ne olduğunun sorulmasına ihtiyaç var. Dolayısıyla avukatlarımızın sayesinde ve bizlerin de, milletvekillerinin de katkısıyla dosya dosya takip ediyoruz. Birkaç ihtiyaç ortaya çıkıyor. Bir, eğitim haklarının kullanımı konusu; iki, psikososyal destek konusu; üçüncüsü de, o bence en kolayı, maddi olarak birtakım desteklerin verilmesi. Bunları organize etmeye çalışıyoruz. İstanbul İl Başkanlığımız da, ben de şu anda oradayım, takip ediyoruz hepsini.
Ruşen Çakır: Peki Suat Bey, bir 301 rakamı var, 301 gencin olduğu, bilmiyorum rakam bu mudur ama. Nasıl bir süreç bekliyoruz şimdi? Birbirinden farklı davalar mı açılacak, yoksa hepsi tek bir davada mı ele alınacak? Bunların dışında tabii bir de tutuksuz yargılanan, adli kontrol ile bırakılanlar da var. Yani sonuçta önümüzdeki günlerde farzımuhal 1000 gencin yargılandığı bir toplu dava ya da ayrı ayrı toplam 1000 gencin yargılandığı davalar mı göreceğiz?
Suat Özçağdaş: Şimdi bir kere birbirlerinden çok farklı konular var. Bu sorunuza öyle başlayarak bir cevap vereyim. Çünkü bize bir hikaye anlatılıyor değil mi? Hikaye şu: Efendim, güvenlik güçleri bu gençleri uyarmış, bu gençler de bunları dinlememişler. Sonra çok sabretmiş güvenlik güçleri ve çocukları gözaltına almaya başlamışlar. Şimdi bu hikaye doğru değil. Ben bir kere 7 gün boyunca Saraçhane’deydim. Sayın Genel Başkan’la ilk gelen bir iki kişiden biriyim ben, Ankara'dan, İstanbul Milletvekili olduğum için. Ve 7 gün boyunca sabahlara kadar onlarla beraberdim. Yani gaz yedikleri süreçlerde de beraberdim. Gözaltına alınanların önemli bir kısmı evlerine dönerken, hatta polise yol sorarken ve hatta bazen polislerin 3-5 metre kendilerine eşlik ettikleri ve çok şaşırtacak şekilde 5-10 metre sonra da ters kelepçe yapıp yere yatırdıkları gençlerden oluşuyor. Hikayelerini dinlemeye cesaretleri varsa, Adalet Bakanı da İçişleri Bakanı da gelsin dinlesinler bu gençlerin hikayelerini. İki, mesela Saraçhane'ye hiç gitmemiş, üniversitesinde basın açıklaması yapmış, o nedenle gözaltına alınmış olan var. Sancaktepe'de, bırakın Saraçhane'ye gitmeyi, Avrupa yakasına geçmemiş. Polis yanlarında eşlik ederek devam etmiş. Akşam yürüyüş tamamlanmış. İşte, ‘‘Biz bunu kabul etmiyoruz, Ekrem İmamoğlu'na yapılan yanlıştır’’ denmiş. Herkes evlerine dağılmış. Sabah evlerinden alınmış gençler var. Ya da drone görüntüsüyle, İBB'nin önünde dururken, elinde döviz yok, hiçbir şey yok, Tuzla Gençlik Kolları üyemiz, drone görüntüsüyle tespit edip evinden alınmış olan var. Dolayısıyla bir hikaye anlatılıyor. O hikaye doğru değil. Birinci söyleyeceğim bu. İki, çocukların önemli bir kısmı 2911'e, yani toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten tutuklu yargılanıyorlar. Oysa buradan ceza alsalar bile yatarı yok. Dolayısıyla bu çocuklar aslında, ‘‘Siz de sokağa çıkmayın, aynı bunlar gibi olursunuz’’ diye gençlere gözdağı vermek üzere bir tür tutsak edilmiş olan gençler. Çalışma hakkından, eğitim hakkından alıkonmuş olan yurttaşlar, ağırlıklı olarak öğrenciler ama farklı yurttaşlar. Dolayısıyla buradan bir topyekûn büyük bir davaya dönüşme ihtimali yok çünkü ortada suç yok. Hatta şaşıracağınız başka bir şey söyleyeyim. Bunların bazılarına açılan davada diyorlar ki, "Sen 23 Mart'ta Cumhurbaşkanımıza hakaret edilen yerdeydin, sen buradasın, bu toplantı ve gösteri yürüyüşlerine muhalefet ettin." 22 Mart'ta tutuklanmış öğrenciler bunlar. Bir gündür gözaltında olan kişilere, "Sen 23 Mart'ta bu işi yaptın" diyorlar. Bu kadar gayriciddi. Ya da başka bir şey söyleyeyim. Dört kişi gözaltına alınmışlar aynı yerde ve provoke edilerek gözaltına alınmışlar. Hakaret ediliyorlar, "Siz ne yürüyorsunuz böyle?" falan diye, söyleyemeyeceğim, terbiyemin müsaade etmeyeceği şeyler söyleniyor. Gençler de, "Siz kimsiniz, bizimle ne biçim konuşuyorsunuz?" diyorlar. Sivil polis çıkıyor o kişiler, Şişli'de oluyor bu olay. Dördünü birden alıyorlar. İkisi tutuklu yargılanıyor, ikisi tutuksuz yargılanıyor. Bir kız bir erkek tutuklu, bir kız bir erkek tutuksuz yargılanıyor. Dolayısıyla hiçbir standardı olmayan, çoğunun hiçbir görüntüsü olmayan, eylemlere katılıp katılmadıkları bile belli olmayan… Şöyle söyleyeyim, kuru yemişçide çalışan bir kız tutuklu şu an. Yani kuru yemişçide çalışan kız akşam Saraçhane’de kuru yemişçiden ayrılıyor, metroya doğru giderken bir kalabalık o tarafa doğru geliyor. Korkudan polislerin yanına yaklaşıyor, polisler tutuyorlar, kelepçeliyorlar kızı. Şimdi dolayısıyla inanılmaz bir çifte standart var. Hukuken bu gençlerin ilk duruşmada serbest kalmaları gerekir. Ceza alsalar bile serbest kalmaları gerekir ama ellerinde onlara ceza verecek hiçbir somut şey yok. Bir başka şeyi de söyleyeyim bu arada. Bütün bu süreç, gözaltına alma süreci ve 4 gün boyunca susuz, yemeksiz, bu gençlere ters kelepçeyle... Ben tekrar çağrı yapıyorum İçişleri Bakanı’na. Yüreği yetiyorsa gelsin, Silivri'ye gidelim beraber. Ters kelepçe izleri hala duruyor. ‘‘Sıkıyor’’ diyen çocukların, daha çok sıkılanların hepsinin ters kelepçe izleri duruyor. Doktor raporu alınırken kimsenin yanlarında olmaması gerekir. Yanlarına giriliyor. Çıplak arama yapılanlar var, darp edilenler var. Dolayısıyla yanına baroları da alsın. Madem bu kadar kendilerine güveniyorlar, bu meseleleri tek tek değerlendirsinler. Şunu görmemiz lazım, günlerce orada gençler bir araya geldiler ve ben oradaydım. Son derece barışçıl bir şekilde eylemler devam etti. Bu eylemlerde mutlaka sınırı aşan olur, mutlaka. Bu arada emniyetle görüşmeleri yürütenlerden biri benim, İl Başkanımızla beraber. Sayın Vali’yle görüşen benim. Şunu kabul etmeniz gerekir: 1 milyona yakın insan katılmış, o 1 milyona yakın insandan birileri taşkınlık yapar. Olur yani, dünyanın her yerinde olur bu. Sizin bu kitleye acımasızca saldırmanızı, yerlerde sürüklemenizi, hakaret etmenizi haklı göstermez. Özellikle kız öğrencilere yapılan korkunç hakaretler var. Bunlara hiç kimse hak vermez. O gece işini çok doğru yapan, çocuklara zulmetmeyen binlerce polis de vardı ama aynı hassasiyette davranmayan ve bunu politik bir mesele olarak gören ve çizgisini aşan ve haklarını aşan güvenlik görevlileri de vardı. Şimdi İçişleri Bakanı’nın görevi, bu gözaltındaki yurttaşların beyanlarını kabul etmek, almak ve bununla ilgili olarak bir soruşturma açmak olmalıdır. İşini iyi yapanla yapmayan, toplumsal barışa hizmet edenle etmeyenin ayrılması gerekir. Kuşkusuz bu işler güvenlik görevlileri açısından da çok zor işler. Yani onu da anlayabiliyorum. Psikolojik olarak zor işler, günlerce devam eden işler, zor işler. Ama hiçbir yurttaşımızın darp edilmesine, taciz edilmesine, çıplak aramaya maruz kalmasına, arabada 8-10 saat susuz ters kelepçeyle bekletilmesine imkan vermememiz lazım. Bu bizim demokrasi standardımız olamaz.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Suat Bey, yayınımıza katıldığınız için. Çok sağ olun. Gerçekten çok önemli bir konu. Cezaevindeki gençler, protesto haklarını kullandıkları için içeride tutulan yüzlerce genç söz konusu. Bayramı orada geçirdiler. En kısa zamanda bırakılmaları temennisiyle. Çok sağ olun.
Suat Özçağdaş: İyi yayınlar diliyorum. Kolay gelsin.

Ruşen Çakır: Sağ olun. Evet, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Suat Özçağdaş, cezaevinde görüştüğü gençlerle yaptığı sohbetlerden bize izlenimlerini aktardı ve yayını nihayet sonlandırıyoruz. Bugün de tam 2 saatlik bir yayın yaptık. Önce Göksel Göksu arkadaşımız Bakırköy'den boykot izlenimlerini anlattı. Sonra Profesör Öner Günçavdı’yla boykotun özellikle ekonomik yönünü konuştuk. Daha sonra Profesör Burak Bilgehan Özpek’le genel olarak 19 Mart sürecini, özel olarak boykotu konuştuk. Doktor Sarphan Uzunoğlu’yla medya ve sosyal medyada 19 Mart sürecinin nasıl işlediğini konuştuk. Mümtaz'er Türköne özellikle Bahçeli'nin ve MHP'nin tutumunu değerlendirdi. Son olarak CHP'den iki isimle, Yunus Emre ve Suat Özçağdaş'la konuştuk. 2 saat doldu, ben de yoruldum. Baştan sona izleyenler varsa, onlar da yorulmuştur. Ama hepinize çok teşekkür ediyoruz ve tekrar vurgulamak istiyorum ki bizlerin bu yayınları yapabilmesi için sizlerin desteğinize ihtiyacımız var. Lütfen bize YouTube ‘‘Katıl’’dan ya da Patreon'dan destek olun. Varsa desteğiniz, desteklerinizi arttırın ve sürekli kılın. Ancak böyle yola devam edebiliyoruz. Başka türlü bunu sürdürmek Türkiye gibi bir ülkede mümkün değil. Evet, hepinize tekrar çok teşekkürler. Söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.04.2025 Ben mi iyimserim yoksa siz mi kötümsersiniz?
13.04.2025 19 Mart Erdoğan’ın en büyük siyasi hatası olabilir: İşte hiç beklemediği on sonuç
06.04.2025 Erdoğan’ın CHP ile ilgili hiçbir hesabı tutmadı
04.04.2025 Haftaya Bakış (261): Boykot iktidarı neden korkutuyor? Bahçeli'nin dönüşü & CHP'nin olağanüstü kurultayı
04.04.2025 Siyasi iktidarın boykot paniği biteceğe benzemiyor
03.04.2025 Erdoğan gaza mı basacak, frene mi?
02.04.2025 Transatlantik: Türkiye'deki boykot çağrıları dünyada nasıl yorumlanıyor? Marine Le Pen'e siyaset yasağı, Trump'ın Körfez turu
02.04.2025 İnsanları zorla boykotçu yapıyorlar
02.04.2025 Bahçeli ne yapmak istiyor? İktidar boykottan neden rahatsız?
01.04.2025 “Vicdanları kanayan AK Partililer”: Kim bunlar?
20.04.2025 Ben mi iyimserim yoksa siz mi kötümsersiniz?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı